Yaratılan bütün varlıklar pişmanlığı öğrettiler bana Gördüklerim şaşırttı beni, meğer yer gök zikredermiş Mevlaya
Her pişmanlık bir tövbe, son tövbe yeter mi bu ömre Azrail dedi: bunca zaman tövbe için aklın nerde
bir ömür kulluğum hüsranla bitti böyle .....
...Hos Geldin Kalbimize Sevgili Pismanlık
Dünya penceremden baktım aleme
Gözlerim kamaştı bir an hayretten
Varlığım kullukmuş Rabbil aleme
Kulluğu unuttum kula nefretten
İsteyerek işlediğin hata/lar yüzünden üstüne istemeden giydiğin bir elbise gibi değil midir pişmanlık? Yaptığın, yaptığını bildiğin, yaptığını unutmayacağın hataların elinde dikilir bu elbise… Bağışlanmış olduğunu bilmen bile pişmanlık gömleğinin düğmelerini çözmeye yetmez. Aslında üstüne değil, içine giyersin bu elbiseyi… O kadar içeriden giyinirsin ki, sen onu değil de o seni giyinmiş gibidir. Astarı dışarı bakar; kumaşın görünen yüzü içine doğrudur. Başkalarına sevimsiz astarını gösterir; dikişlerinin sarkmış uçlarını sergiler, hatalı ve günahkâr olduğunu dillendirir. Sana gösterdiği yüzü ise daha sevimlidir; içindeki o kırgınlıkla seni yeni hatalardan alıkoyan, günahın sancısını hissedilir kılan aldatmaz bir nasihatçıdır. Sık sık kulağına eğilir, konuşur seninle. Kendini unuttuğun zamanlarda, usulca kenara çeker seni, yeniden yola koyar.
Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyetin kırılganlığını. Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılısını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilisine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köse basında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.
Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, basımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya iste; o isi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”
Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habere sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkâr edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?
İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.
Pişmanlığın da soğuk sert taslar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kıslar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köse bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telasına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telasıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.
“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli bos döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının esiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.
Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..
O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil bastan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil bastan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni bastan sevmek gerek.”
Sil bastan başlama telasıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil bastan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi.
Senai Demirci
Meğer uyku değil büyük gafletmiş
Aldığım teyemmüm hamam tasında
Kulluğu unutmak küfür etmekmiş
Nefret yoğulurken kafatasımda
Sayfa Güncelle tarih ve saati 28 Ocak 2010 13:04
Bugün 92 ziyaretçi (105 klik) misafirimiz bizimleydi!