Ana Sayfa
     Editör
     Rabbim...
     Ziyaretçi defteri
     Gel Efendim
     Pismanlık
     Düşünen insanlara
     Kar Tanesi
     Ebruli
     Bir hadis
     Kutsal Emanetler
     Dedim ki;
     Laleler
     Kutlu Dogum
     Güncel Makale
     Güncel
     İletişim
     Tasavvuf
     Makaleler
     Adamın Dönüşü (H)
     Çöle İnen Nur
     Yüzlerce Salat
     Namazın İnşaası
     Namaz Niyetleri
     Namaz ve Sağlık
     Namazın Esrarı
     Namazı Terk
     Kılmama Bahaneleri
     Uydudan Kabe
     Başörtülüyüm
     D. Ali Videoları
     Video Şiir
     Video ilahi-ezgi
     Video Kur'an
     Can Muhammed
     Kırık Testi I
     Kırık Testi II
     Kırık Testi III
     Kabir ve Ötesi
     Yağmur
     Dualar
     Peygam. Kızları
     Salat-ı Tefriciyye
     Nebiler Sultanı
     Kıssadan Hisseler
     Sahabe Şuuru
     Galeri
     Kronoloji
     Nur'dan Damlalar
     40 Hadis
     Aforizma
     Pompei (ibret)
     online istatistikler
     Günce
     Hikayecik
     Asr-ı Saadet
     Kuddüs ism-i Şerifi
     İşin Allah'a Kalması
     Cevşenin Tesiri
     Cevşen-i Kebir
     Dinin Direği
     Aciz Yakarış
     Nebe Suresi
     Mülk S. Tebareke
     Yasin Suresi
     Şeytanın Hileleri
     Latife ve Nükteler
     Komiklik
     Boykotlar
     Esma-ül Hüsna
     Nefsi Yenmek
     M.Akif Arsivi
     Şeyh Şâmil
     Malcolm X
     Veda Hutbesi
     Hilal Tv
     RAP
     Saadeti Edebiyye
     Sesli Kitap
     Niye moralin bozuk
     Kabus
     ihlas Risalesi
     Kuran iklimi
     Esref Ziya
     smileyler
     Videolu hatim
     Gazze Katliamı
     Ahmet Yasin
     Köpek israil
     Haftanın Makalesi
     cevsen indir
     Gidalar uzerine
     Sevap Fabrikalari
     esma
     Gelseydin
     Ashab-i Kehf
     Zilhicce Ayi
     Zehranin Gozleri



yaSamed - Kırık Testi III


Kur'ân Müslümanlığı mı?

Image

Soru: Bir ayet-i kerimede, Kur’ân’ın mehcur tutulduğuna dair bir Peygamber sitemi ve şikayeti görüyoruz. İlahî Beyan’ın “mehcur” ittihaz edilmesi ne demektir? Böyle bir şikayet, sadece müşriklerden dolayı mıdır; yoksa, onun inananlara ve günümüz müslümanlarına bakan yanları da var mıdır?

Cevap: Söz konusu ayet-i kerimede, sitemde ve şikayette bulunan Rasûl, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olabileceği gibi, başka peygamberler de olabilir. Bazı müfessirler, ayetin metnindeki “rasûl” ifadesini öncesi ve sonrasıyla değerlendirip, her peygamberin karşısında ilahî mesajı yalanlayıp onunla alay eden bir kısım düşmanların bulunduğunu ve dolayısıyla bütün peygamberlerin kendi kavimlerindeki adâvete kilitli bu kimselerden şikayetçi olduklarını/olacaklarını söylemişlerdir.

Ayette “Kur’ân” adının zikredilmesi ilk bakışta böyle bir anlayışa zıtmış gibi görünse de, bir yönüyle, bütün peygamberlerin suhuf ve kitaplarına “Kur’ân” denmesi münasiptir. Gerçi, tercih edilen görüşe göre, “Kur’ân” kelimesi, kök itibarıyla okumak, toplamak ve bir araya getirmek manalarına gelen “karae” fiilinden bir mastardır. Kur’ân lafzı, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât) indirilen kitaba tahsis edilmiş ve onun için özel isim (alem) olmuştur. Bununla beraber, iştikâkı (kendisinden türetildiği kök) açısından Kur’ân kelimesinin değişik manaları da vardır. Hem hepsi Allah nezdinden geldiğinden, hem tamamı öz itibarıyla aynı mesajı getirdiğinden ve hem de bütünü Cenâb-ı Hakk’a kurbete vesile olduğundan dolayı Hazreti Adem’den Seyyidü’l-Mürselîn’e (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam) kadar bütün râsullerin suhuflarının ve kitaplarının “Kur’ân” olarak anılması da mümkündür.

İlâhi Mesajın Mehcur İttihaz Edilmesi

Evet, bahis mevzuu olan ayet-i kerimede meâlen, “O gün Rasûl dedi ki: Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı (mehcur ittihaz edip) terkederek ondan uzaklaştılar!” (Furkan, 25/30) buyurulmaktadır.

Arapça’da “mehcur” kelimesi bırakılmış, metruk, uzakta kalmış, ayrı düşmüş, unutulmuş, gayr-i müstâmel, değersiz laf, saçma sapan söz ve hezeyan manalarına gelmektedir. Bu açıdan, Kur’ân’ın mehcur tutulması; onun dikkate değer görülmemesi, kabul edilmemesi, ardından gidilmemesi, terkedilmesi, arkaya atılması -hâşâ- anlamsız ve saçma bir söz yerine konması ve alay konusu haline getirilmesi demektir. İşte, zikredilen ayette, Allah’ın Elçisi (Rasûl) bütün bu çirkinliklerden dolayı şikayet ve sitemini seslendirmiştir.

Malum olduğu üzere, Rasûl; Allah’ın vahiyde bulunarak mesajını tebliğe memur ettiği ve kendisini kitap ve yeni bir şeriatla gönderdiği kimsedir. Nebi ise, kendisine ait müstakil bir şeriatı olmayıp, daha önce gönderilen bir peygamberin şeriatı ile hükmeden, insanlara onu açıklayan ve ona uymalarını emreden elçidir. Bir hadis-i şerifte, Enbiyâ’nın adedinin yüz yirmi dört bin veya iki yüz yirmi dört bin olduğu belirtilmiş ve bunların içinden üç yüz on beşinin risaletle vazifelendirildikleri ifade edilmiştir.

Demek ki, bizim bildiğimiz ya da bilemediğimiz daha pek çok Rasûl’e sayfalar ya da kitaplar verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bunlardan sadece bazı peygamberleri ve onlara gönderilen kitapları özel adlarıyla zikretmiştir. Kaynaklara göre; Hazreti Adem, Hazreti Şit, Hazreti İdris, Hazreti İbrahim ve Hazreti Musa (aleyhimüsselam) kendisine Suhuf gönderilen peygamberler arasındadırlar. Yine Hazreti Musa, Hazreti Davud, Hazreti İsa ve Hazreti Seyyidü’l-Mürselîn (alâ râsûlina ve aleyhimüssalavâtü vetteslîmât) Efendilerimiz de kendilerine kitap verilen rasûllerdir.

Evet, tarih boyunca pek çok peygamber gelmiş ve Allah’ın mesajını getirmişlerdir. Ne var ki, hemen hepsi kavimleri ya da bazı düşmanları tarafından reddedilmiş, alaya alınmış ve zulme maruz bırakılmışlardır. Onlarla gelen ilahî beyan yüklü sayfalar ve kitaplar da değersiz görülmüş, arkaya atılmış, bütün bütün unutulmuş ya da tahrif edilip asıl hüviyetinden uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla, bütün peygamberler, tebliğ ettikleri yüce hakikatlere sırt çeviren kimselerden ahirette davacı olacaklardır.

Fakat, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’i muhafaza buyurmuştur. Kur’ân’ı indiren de, onu koruyan da Hazreti Allah’tır. Şu kadar var ki, “Hiç şüphesiz o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz!” mealindeki vaadinde, kibriya ve azametini vurgulamasının yanı sıra, bazı icraatına sebepleri vesile kıldığını da ima eden Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi bir elçiyi vazifelendirdiği gibi, onu korurken de vahiy katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine vâkıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır.

Ne var ki, Kur’ân-ı Kerim’in muarızları da hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Dünden bugüne Kur’ân’a hasım kimseler, onu ortadan kaldıramasalar ve tahrif edemeseler bile, insanları ondan uzaklaştırmak için var güçleriyle çalışmışlardır. Daha vahyin başlangıcından itibaren, Mekke’deki müşrikler de tıpkı selefleri gibi, Allah’ın mesajına sırt çevirmişlerdir. Kur’ân’ın özellikle ahiretle alâkalı ayetlerine “Bunlar esâtîru’l-evvelîndir” demiş, Kelâm-ı İlâhî’yi “evvelkilerin uydurma masalları”na benzetmiş, sürekli kendi atalarının yolunu dillendirmiş ve insanların iman etmelerine mani olmaya gayret göstermişlerdir. İşte, o dönemdeki müşriklerin yaptıkları da Kur’ân’ı mehcur ittihaz etmek demektir.

Mezkur ayet-i kerimede seçilen kelimeler zatî anlamlarının yanında çok derin manaları da ihtiva etmektedir. Mesela; müşriklerin Allah’ın mesajını terkedişleri anlatılırken “ittihaz” kelimesinin kullanılması çok enfes ve pek yerindedir. Zira, “ittihaz”, öyle saymak, o şekilde kabul etmek, edinmek ve o gözle bakmak manalarına gelmektedir. İttihaz, zatında öyle olmayan bir şeyi öyleymiş gibi addetmektir. Demek ki, Kur’ân asla mehcur olmamıştır; fakat, müşrikler onu mehcur edinmişlerdir. Dahası, onların bu sahtekârlıkları ve hadiseleri olduğundan farklı göstermeleri yeni de değildir. Daha önce de, -hâşâ- Allah’a eş-ortak koşmuşlar; -hâşâ- “Melekler Allah’ın kızlarıdır” iftirasını dile dolamışlar; -hâşâ- Hazreti İsa ve Hazreti Üzeyr için “Allah’ın oğludur” demişlerdir. İttihaz onların adeti olmuştur adeta; ittihaz üstüne ittihaz sürekli yapageldikleri bir şeydir. Dolayısıyla, haddizatında Kur’ân mehcur olacak bir kitap değildir; o başlara taçtır, taçlarda sorguçtur. Fakat, gelin görün ki, bakırla cevheri birbirinden tefrik edemeyen nâdânlar, onu mehcur tutmuşlardır. İşte, Allah’ın Elçisi, onların bu inkarlarını ve nankörlüklerini Cenâb-ı Hakk’a şikayet etmekte; “Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı (mehcur ittihaz edip) terkederek ondan uzaklaştılar!” demektedir.

Evvelen ve bizzat Kureyş müşriklerini, sâniyen ve bilvasıta inananlar da dahil bütün insanları hedef alan bu sözlerin, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından Mekke’de mi dile getirildiği, yoksa ahirette mi söyleneceği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Fakat, aslında üzerinde durulması gereken husus, insanların Kur’ân’ı mehcur ittihaz etmelerinin ne anlama geldiği ve bunun günümüz mü’minleri açısından ne ifade ettiğidir. Zira, Nebevî şikayet nerede ve ne zaman yapılmış olursa olsun, o gün orada ya da daha sonra, ona muhatap olan herkes için -hususiyle ebedî hayat hesabına- ciddi bir tehdittir.

Kur’an-ı Kerim’in Gurbeti

Evet, dün olduğu gibi bugün de, Kur’ân’ın ellerde mütedavil olmasına meydan vermeyen ve hayatın ona göre tanzim edilmesini engelleyen hasımlar var. Bu tiranlar, diyanetin yaşanmasını istemiyor ve Kur’ân’ı âtıl bırakmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kendileri Kelâm-ı İlâhî’yi ya da onun hükümlerinden bazılarını tekzip edip alaya aldıkları gibi, onu insanların gönüllerinden, ellerinden, evlerinden ve hayatlarından uzaklaştırmak için de olmadık hilelere başvuruyorlar. Dolayısıyla, husumete yenik bu zavallılar da aynı ataları misillü Kur’ân’ı mehcur ittihaz ediyorlar.

Her ne kadar mü’minler böyle bir zulümden uzak dursalar da, söz konusu ayetin onlara bakan yönleri de vardır. Zira; daha önce de ifade edildiği gibi, Kitab’ı mehcur tutmanın bir manası da ona karşı alakasız kalmak, gereken önemi vermemek, onu kulak ardı etmek, hayata hayat kılmamak, ondan istifade etmemek, üzerine yeterince eğilmemek, muhtevasında derinleşmemek ve emirleriyle amel etmemektir. Nitekim, bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Kim Kur’ân’ı öğrenir ama Mushaf’ı duvara asar, onunla ilgilenmez ve ona bakmazsa; Kur’ân kıyamet günü o insanın yakasına yapışır ve ‘Ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (bana ehemmiyet vermedi, beni garip bıraktı ve benden uzak kaldı); şimdi aramızdaki hükmü Sen ver!’ der.”

Maalesef, belli devirlerde İslam dünyası Kur’ân-ı Kerim’e gerektiği ölçüde ihtimam göstermemiştir. Gerçi mü’minler onun şekline ve kalıbına her zaman çok önem vermişlerdir; onu en güzel mahfazalar içinde evlerinin en mutena köşesine asmışlar ve gelip geçerken yüzlerine gözlerine sürmüşlerdir. Saygının bu şekli de boş değildir, bu da güzeldir; nezd-i ilahîde bunun da bir kıymeti vardır. Fakat, onun lafzına, şekline, yapraklarına, yazısına ve kalıbına hürmetin ifadesi olarak ortaya koyulan davranışlar, onun derinliklerine inip hakikatlerini anlama ve vazettiği hükümlerin ışığında yaşama kadar değerli değildir. Evet, asıl ehemmiyet verilmesi gereken husus, Kur’ân’ın muhtevasına ve iç derinliklerine ulaşarak onu hayatın esası kılma meselesidir. Aksi halde, Kelâm-ı İlâhî, yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde bütün ihtişamıyla muhafaza edilse ve sürekli öpülüp başlara konulsa da, o yine mehcur sayılır. Yüce Kitap, muhtevasını temsil eden insanların olmadığı bir yerde gariptir ve kendini ifade edemiyor demektir.

Zannediyorum, günümüzde Kur’ân-ı Kerim’i tilavetiyle, mealiyle ve tefsiriyle bilen çok insan var. Fakat, bu bilme, çoklarında nazarî müslümanlıktan öteye geçmiyor. Oysa, esas olan amelî müslümanlıktır ve onun adı da diyanettir. Diyanet, Kur’ân ışığının zeberced bir prizmadan hayatın içine akması, onu yoğurması ve şekillendirmesidir; ilahî mesajın hayata hayat olmasının adıdır. Evet, dine sahip çıkabilir ve din adına bazı hakikatleri dile getirebilirsiniz; ama seslendirdiğiniz o hakikatler kendi hayatınıza yön vermiyorsa, hem şahsî dünyanız adına kusur ve hatalardan kurtulamaz, hem de başkalarına müessir olamazsınız. Çünkü, Allah’ın inayetiyle, müessir olan diyanettir; hiç çarpıtmadan, hiç kırmadan, hiç çatlatmadan o dinin emirlerini kemâl-i hassasiyetle yerine getirmek, haramlarına karşı çok titiz hareket etmek ve sürekli Allah marifeti, Allah muhabbeti, Allah mehafeti, Allah aşkı ve Allah iştiyakıyla oturup kalkmaktır.

Bu itibarla da, Kur’ân, bu ölçüde canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır, bugün de bir ölçüde yaşamaktadır. Böyle bir gurbet de, onun mehcur ittihaz edilmesi demektir. O mükemmel Kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosu sayesinde, sesini-soluğunu âleme duyurabildiği zaman garip ve mehcur olmaktan kurtulacaktır.

Soru: Zaman zaman dile getirilen ve zâhiren kulağa da hoş gelen “Kur’ân müslümanlığı” tabiri, hususiyle bazı kesimler tarafından telaffuz edilince bir kısım soru işaretlerini netice veriyor. “Kur’ân müslümanlığı” ifadesi doğru mudur, yoksa bu söz ve anlayışın arkasında başka maksatlar mı vardır?

Cevap: Bir manada, hepimiz Kur’ân müslümanlarıyız. Çünkü, onun nuru sürekli hayatımıza akıyor ve bizi o besliyor. Evet, bizim can damarımız, havamız ve ziyamız Kur’ân’dır. Ebedlere kadar var olabilmemizin temel direği Kur’ân’dır. Kur’ân, bazen ciddî bir merak ve iştiyakla, kimi zaman da bir tereddüt ve ürperti ile beklediğimiz öbür âlemlerin haritası, tarifnâmesi ve rehberidir. O, insanî kemalât yolunda bizi asla yanıltmayan bir terbiye kitabı, bir mârifet mecmuası ve bir ilimler ansiklopedisidir. Bizim şahsî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve idarî hayatımızı tanzim eden bir kanunlar külliyatıdır; ihtiva ettiği dua, zikir, fikir ve münâcâtlarla seyr ü sülûk rehberimizdir. Dahası Kur’ân, başta Sünnet olmak üzere diğer şer’î delillerin de kendisine dayandığı temel kaynağımızdır.

Bu zaviyeden, her müslim bir Kur’ân müslümanıdır; elhamdülillah, biz de Kur’ân’a göre müslümanız. Gerçi, Kur’ân’ı temsilde hatalarımız ve boşluklarımız bulunabilir; pek çok eksik ve kusurlarımız olabilir, belki bu açıdan sorguya da tâbi tutulabiliriz; en azından bazılarımız itibarıyla Kur’ân’ı hakkıyla temsil ettiğimiz söylenemez. Fakat, yine de -elhamdülillah- biz, Kur’ân’ın müslümanlarıyız.

Ne var ki, günümüzde “Kur’ân müslümanlığı” sözü ile, özellikle Sünnet’i ve diğer edille-i şer’iyeyi dışlayarak İslâm’ı yalnızca Kur’ân’a göre yorumlamayı esas edinen bir anlayış nazara verilmektedir. Bu açıdan da, bu tabiri masum bir isimlendirme olarak kabul edemeyiz.

Sünnet-i Seniyye’den Koparılan Kur’ân Mehcurdur!..

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Kur’ân ile nefes alıp verir, onunla göklerle irtibata geçer, onunla rahmet damlaları gibi yerdeki varlıkların imdadına koşar, onunla zulmetlerle savaşır ve onunla ışık olur her yana yağardı. Rehber-i Ekmel’in ilk muhatapları olan Sahabe efendilerimiz ashab-ı lisandı; onlar dili çok iyi bilir, neyin ne ifade ettiğini çok iyi anlarlardı. Fakat, nâzil olan ayetler arasında, o firaset ve fetanet insanlarının dahi kendi idrak ufuklarıyla halledemedikleri meseleler olurdu.

Dolayısıyla, Ashab-ı Kiram, içinden çıkamadıkları meseleleri hemen Hikmetin Lisan-ı Fasîhi’ne (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) sorarlardı. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Âişe validemiz (radiyallahu anhüm ecmaîn) gibi zeka, hafıza ve idrak seviyeleri itibarıyla içimizde hayranlık duygularını uyandıran büyük sahabiler bile, pek çok mevzuyla alâkalı “Ya Rasûlallah, bu ne demektir?” “Ya Rasûlallah, şunun manası nedir?” şeklindeki sualleriyle istifsarda bulunurlardı. Demek ki, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in rehberliği, ışık tutması, şerhi ve izahı olmasaydı, dini kendilerinden öğrendiğimiz o Sabikûn u Evvelûn dahi Kur’ân’ı kendi başlarına tam olarak anlayamayacaklardı. Zaten, herkes Kur’ân’ı kendi kendine anlayıp ondan hükümler istinbat edecek olsaydı, bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç mı kalırdı?

Evet, hiçbir zaman bitip-tükenme bilmeyen o Kur’ân hazinesinin kapılarını açmaya yönelik soruların yanı sıra, Peygamber Efendimiz’in bizzat kendisine tevcih edilen pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dînî, içtimâî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, Beyan Sultânı, kalb-i pâki ve lisân-ı nezîhi ile onların hepsini cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder; Kur’ân ile gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini de ihtarda bulunurdu. Mesela; Kur’ân’da mücmel olarak zikredilen namazı bütün rükünleri, şartları, sünnetleri ve âdâbıyla; haccı ifradı, kıranı, temettü’ü ve bütün teferruatıyla; zekâtı nisâbı, nevileri ve edâ keyfiyetiyle ayrıntılı olarak anlatırdı. Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak ele alınan mevzuların istisnalarını gösterir; mutlak olarak zikredilen hükümleri takyîd ederdi. Bazen de ayet-i kerimelerde tek kelime ile dahi temas edilmeyen meseleleri müstakilen hükme bağlardı.

Binaenaleyh, ilk asırdan bugüne kadar, Sünnet-i Seniyye, din ve dînî hayata esas teşkil etmesi bakımından hep Kur’ân’la beraber mütâlaa edilmiştir. Öyleyse, ne onu Kur’ân’dan, ne de Kur’ân’ı ondan tecrîd etmek mümkün değildir. Vahy-i gayr-i metluv olan hadisleri devreden çıkarmak ve onları vahy-i metluv olan Kur’ân’dan koparmak da bir yönüyle Kur’ân’ı mehcur hale getirmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın beyanını Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sünnetini hesaba katmadan ele almak, bir manada, Allah’ın elçisinin vahye dayalı açıklamaları yerine beşerî ve nefsî yorumları ikâme etmek sayılır. Bu aynı zamanda, Kelâm-ı İlâhî’nin, Rasûlullah’a ittiba ile alâkalı emirlerini görmezlikten gelmektir ki, böyle bir anlayışı “Kur’ân müslümanlığı” addetmek de mümkün değildir.

Diğer taraftan, İslam uleması, dînî delilleri iki ana başlık altında mütalaa etmişlerdir: Birincisi; Kur’ân, Rehber-i Ekmel’in söz, fiil ve takrîrlerini ihtiva eden Sünnet, İcmâ (İslam fıkhına ait fer’î bir hükümde, muasır bütün müctehidlerin ittifak etmeleri) ve Kıyas (aralarındaki illet benzerliğinden dolayı, iki şeyden birinin hükmünün mislini diğerine de uygulama) olmak üzere “aslî deliller”dir. İkincisi ise, genel olarak Maslahat, Örf, İstihsan, İstishab, Şeru men kablena ve Sahabi kavli gibi şubelere ayrılan "fer'î deliller"dir.

Bütün bu delilleri hesaba katmadan Kur’ân’ı kendi enginliğiyle kavrayamazsınız. Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması için, onu Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğinde okumak gerektiği gibi, ayetlerin tesbitinden onların hakiki manalarının tayinine kadar pek çok meselede o ilk safı teşkil eden ve ilahî takdire mazhar olan Ashab-ı Kiram’ın mütabakatlarına ve onların tefsirlerine vâkıf olmak da lazımdır. Kalbleri tir tir titreyerek, Allah’ın kelamından O’nun muradını anlamaya çalışan Sahabe efendilerimizin, üzerinde icma ettikleri meseleleri ve kıyas neticesinde ortaya koydukları hükümleri iyi bilmek icap etmektedir.

Ashab-ı Güzîn’den sonra da ilk asırlardaki selef-i salihîn efendilerimiz, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan hayatla alâkalı boşlukları çeşitli istinbatlarla doldurmuşlardır. Duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle İlahi Kelam’a mürâcaat eden bu rabbânîler, icmâ ve kıyas sayesinde, dinin kendi gücünü bir kere daha ifade etmesine zemin hazırlamışlardır. Zamanı, konjonktürü ve değişen şartları gözeterek, içtihada ve istinbata açık yanlarıyla İslam’ı içinde yaşadıkları asrın idrakine göre daha bir gür sedayla seslendirmişlerdir. Bu açıdan da, biz Asr-ı Saadet’ten bugüne dek selef-i salihînin üzerinde hassasiyetle durduğu, yaşadığı, koruduğu, salıkladığı ve sonraki nesillere emanet bıraktığı müslümanlıkla müslümanız elhamdülillah.

Kur’ân’ın Hakikî Tercümesi Kâbil Değildir!

Öyle anlaşılıyor ki, bazıları “Kur’ân müslümanlığı” derken, bir dönemde muannid bir Kur’ân düşmanının, ona karşı dehşetli bir plân çevirmesi, “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” (!) demesi ve onun yerinde okunması için tercümesinin yapılmasını arzulaması misillü gizli bir maksat taşıyorlar. Zâhiren Kelâm-ı İlahî’ye inanıyormuş ve onu takdir ediyormuş gibi görünüyorlar; fakat, sözde Kur’ân dellallığı perdesine sığınarak hadis-i şerifleri, Sünnet-i Seniyye’yi ve sâir edille-i şer’iyeyi metruk kılmak için uğraşıyorlar.

Tabii ki, sathî de olsa bir malumat edinmek, belli mülahazaları öğrenmek ve zor anlaşılan bir kısım ifadelerle alâkalı bazı ipuçları elde etmek için Yüce Kitabımızın açıklamalı bir mealine müracaatta bulunmak her zaman faydalı olur. Selim akıl, selim his, selim kalb ve temiz vicdan sahibi bir insan tarafından hazırlanan böyle bir meâl, Kur’ân etrafındaki şüphe fırtınalarına ve vesvese rüzgarlarına karşı bir sera vazifesi görebilir. Fakat, hiçbir meal Kur’ân’ı bütün manaları, mazmunları ve muhtevası ile ihata edemez. Meallerden, şerhlerden, tevillerden ve tefsirlerden faydalanılır, ancak bunlar İlahi Kelam’ın yerine konamaz; dahası, Kur’ân sadece onlarla yeterince anlaşılamaz.

Goethe’nin Faust’unu ilk okuduğum zaman neredeyse hiçbir şey anlamamıştım; hatta o eserde bir derinlik göremediğim için bu meşhur edibin koca bir dünya tarafından takdir edilmesine de şaşırmıştım. Ne zaman sonra Ord. Prof. Sadi Irmak’ın şerhini de ihtiva eden bir Faust tercümesi okuyunca, işte o vakit bazı ifadelerdeki enginliği bir nebze kavrayabilmiştim. Şimdi şöyle bir düşünün; “Goethe kim, Shakespeare kim, Tolstoy kim? Nihayet bunlar birer beşer; onların eserleri Kelâm-ı İlâhî yanında ne ifade eder ki? Fakat, asıllarıyla aynı manayı ve tadı verecek şekilde onları dahi tercüme etmek mümkün değildir. Bir de söz konusu Allah Kelamı olunca, onu topyekün mana, mazmun ve muhtevası ile aksettirecek bir tercüme yapmak bütün bütün imkansızdır. İşâratü’l-İ’caz ve Yirmibeşinci Söz gibi eserlerde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’in o kadar vücuhu ve öyle enginlikleri vardır ki, tercüme sayesinde onların tamamını ortaya koyabilmek muhaldir. Bu açıdan da, Hazreti Üstad’ın dediği gibi, “Kur’ân’ın hakikî tercümesi kâbil değildir; lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mucizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunamaz!”

Bütün bu meseleleri nazar-ı itibara alınca, “Kur’ân müslümanlığı” ifadesinin ve bu ifadeyle ortaya konan anlayışın iyi niyete makrun bulunduğunu ve Kur’ân’a saygının ifadesi olduğunu zannetmiyorum. Bu anlayışın temsilcilerinin çoğunun fantezi peşinde koştuklarını, bir lüks zaafına düçar olduklarını ve hatta bazılarının, megalomaniye yakalandıklarını, herhangi bir farklılık ortaya koyarak kendini ifade etme kompleksi yaşadıklarını düşünüyorum. Bunların, İbn-i Cerir et-Taberi, Fahrüddin Razî, Âlûsî Bağdâdî, Celaleddin es-Suyûtî, İmam Kuşeyri ve çağımızın allamesi Hazreti Bediüzzaman misillü yüce kâmetler tarafından izah edilmiş ve çağın ihtiyaçlarına göre yeniden ele alınıp anlatılmış ulvî hakikatlere ters gibi görünen hususları dile getirmelerini “Ben de varım, ben de bilirim!” diyerek bir kısım lükslere başvurma zaafı olarak görüyorum.

Ayrıca, “Kur’ân müslümanlığı” diyen kimselerin ortaya koydukları müslümanlık tarifleri ve anlayışları da birbirini tutmuyor. Zaten, duygu duruluğundan ve kalb safvetinden mahrum kimselerin anlayışlarının aynı olması düşünülemez. Çünkü, merkezden ve ana hattan ayrılan kimse, tâli bir sürü yola sapmaktan kurtulamaz. Nitekim, Cenâb-ı Hak, “İşte Benim dosdoğru yolum. Ona tâbi olun. Sakın, sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın.” (En’am, 6/153) buyurmuştur. Evet, Kur’ân-ı Kerim’i ve Din-i Mübin’i, Sahabe-i kiramın anladıkları ve yaşadıkları gibi kabul etmeyenlerin, akla hayale gelmedik patikalara, farklı farklı yollara sapmaları kaçınılmaz olur. Zira, o takdirde herkes kendi kafasına ve hevasına göre uygulamalara dalar, düşünce inhiraflarına kayar.

Hâsılı; asıl “Kur’ân müslümanlığı”, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in, Kur’ân ayetlerinin yanı sıra kendi ifade ve beyanlarıyla da tebliğ ettiği, sonra da İnsan-ı Kâmil oluşuna muvafık bir keyfiyette mükemmel bir temsille ortaya koyduğu ve Ashâb-ı Kiram efendilerimizin de Rehber-i Ekmel’den öğrenip uyguladıkları müslümanlıktır. Selef-i Salihîn tarafından, aslî ve fer’î bütün deliller gözetilerek çerçevesi belirlenen bu İslam anlayışını bırakıp, heva ve hevesine fikir sureti vererek Kelâm-ı İlâhî’ye sahip çıktığını iddia edenlerin yaptıkları, olsa olsa, Kur’an-ı Kerim’i mehcur tutmaktır.

Kaynak: http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=4948

Doğruluğumla Kurtuldum!..

Image

Soru: Daha önceki bir sohbetinizde “mazeret döktürme”nin de “zımnî yalan” olduğunu ifade etmiştiniz. Mü’minleri ve münafıkları birbirinden ayıran davranışlar açısından, hata ve günahlar karşısında “mazeret döktürme” meselesini bir misalle açıklayabilir misiniz?

Cevap: “Mazeret döktürme” tabiri, bir kusur, kabahat ya da suç için mücbir sebepler ileri sürmeyi ve onun hoşgörülmesi maksadıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade etmektedir. Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmazlar; ya atf-ı cürümlerde bulunur, başkalarını suçlarlar ya da zorlayıcı sebepler ve olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışırlar.

Oysa, bir suç işlemek veya bir günaha girmek kötüdür, çirkindir; fakat, o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Hatanın hoşgörülmesi ya da suçun affedilmesi için “şöyle olmuştu, böyle vuku bulmuştu” diyerek mazeretler ileri sürmek ve o türlü bahanelerin arkasına sığınarak kendini temize çıkarma kasdıyla sözü eğip bükmek vebali daha da katlamak demektir. Çünkü, böyle bir davranış, nefsi tezkiye etmenin, kendi kusurlarını hiç görmemenin, ahirette her şeyin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağını düşünmemenin ve dolayısıyla bağışlanma arayışında olmamanın ifadesidir.

Bu açıdan da, “özür dilemek” ile “mazeret döktürmek” birbirinden çok farklı şeylerdir. Bir kabahatten sonra hatayı kabullenme, suçu itiraf etme, hak sahiplerinden özür dileme ve Allah’tan da mağfiret dilenme, yapılan yanlışı telafi etmek için ortaya konan çok önemli bir gayret ve bir fazilettir. Fakat, kendisinin masum olduğuna başkalarını inandırmak için vâkıaya tam mutabık olmayan sözler söyleme ve muhataplarını kandırmaya mâtuf bahaneler ileri sürme, insanları aldatma çabasıdır, yalandır ve mü’mine yakışmayan bir davranıştır.

Aslında, bir kabahat ya da günah karşısındaki en doğru davranış, nefsi tezkiye etmeye çalışmadan ve mazeretler arkasına saklanmadan, “Allah affetsin, siz de bağışlayın. Cismaniyetime yenik düştüm, cürüm işledim; zaten benden de ancak bu beklenirdi!” diyerek hem muhataplardan affedilmeyi istemek hem de Cenâb-ı Hakk’a tevbe etmektir. Ne var ki, böyle bir civanmertlik ancak hakiki mü’minlere has bir güzelliktir; münafıkların şiarı ise, sürekli bahanelere ve mazeretlere sığınarak paka çıkma gayretidir.

İşte, bu meselede mü’min ile münafığın birbirinden nasıl ayrıldığını -bir turnusol kağıdı gibi- gösteren en güzel misallerden biri Tebük Seferi olmuştur.

Tebük Seferi ve Seferberlik Hâli

Bilindiği üzere; Tebük Seferi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Şam’da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı yapmış olduğu askerî harekettir. Bu hareket, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük’e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen Tebük Seferi’nde, o zamana kadarki en güçlü ve düzenli İslâm ordusu techiz edilmiş; Bizans’a karşı sindirme harekâtı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılarak geri dönülmüştür.

Sıcaklık, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı bu sefere çok çetin bir savaş olacağı mülahazasıyla çıkılmıştı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), güçlüsüyle zayıfıyla bütün müslümanları açıktan cihada davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı. O, bir yandan “Allahım, şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde Sana ibadet eden kalmayacak!” diyerek Mevlâ-yı Müteâl’e içini dökmüş, O’nun havl ve kuvvetine sığınmış; diğer taraftan da, bütün mü’minleri mallarıyla ve canlarıyla cihada teşvik etmiş, zafer için gereken sebepleri yerine getirmişti.

Tebük hazırlıkları sırasında, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in teşvikleri üzerine tarihte eşine az rastlanabilecek fedakârlık örnekleri sergilenmişti. Zenginiyle fakiriyle topyekün Ashab-ı Kiram orduya yardım için koşmuşlardı. “Aileme Allah’ı ve Rasûlü’nü bıraktım” diyen Hazreti Ebu Bekir malının tamamını infak etmişti. Onu hayranlıkla seyreden Hazreti Ömer ve Abdurrahman b. Avf gibi önde gelenler mallarının yarısını verirken, diğer sahabîler de servetlerinin büyük bir bölümünü infak etmişlerdi.

Ordunun techizinde en büyük yardımı Hazreti Osman yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz tane de at bağışlamış; sonra birer altın sarf ederek onbin askeri su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar techiz etmişti. Bununla da yetinmeyerek, ayrıca bin altını Rasûlullah’ın kucağına dökünce, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Allahım, ben Osman’dan râzıyım, Sen de razı ol!” diye dua etmiş ve akabinde “Bundan sonra Osman’ın yaptığı ona zarar vermeyecektir; Allah onu günahtan koruyacaktır.” buyurmuştu.

Sadece erkekler değil, kadınlar da “infak edenler” defterine kaydolmak için koşmuş ve onlar da imkanları ölçüsünde yardımda bulunmuşlardı. Sadaka ve himmetlerini Hazreti Aişe Validemizin evinde toplamış; bilezik, halhal, yüzük, küpe ve daha işe yarayacak ne varsa getirip yere serdikleri bir örtüye bırakıvermişlerdi. Kimisi birkaç tane bilezik verirken, kimisi de develerin ayağını bağlamaya yarayacak bir kayışı ancak bulabilmiş ve onunla da olsa yardım edenlerin arasına dahil olmuştu.

Sahabenin bu himmeti sayesinde sefere katılacak mü’minlerin ekseriyeti techiz edilmişti ama sayı çok fazla olduğu için yapılan yardımlar herkese yetişmemişti. Bundan dolayı, özellikle -bir kısım kaynaklarda “ağlayanlar” olarak anılan- yedi tane sahabî, infak edecek ve sefer hazırlığı yapacak imkan bulamamanın hüznüyle Allah Rasûlü’ne gelmiş, hazinede de bir şey kalmadığını öğrenince çaresizlikle ve gözyaşları içinde geri dönmüşlerdi. Daha sonra, bazı sahabîler son bir fedakarlık yapmış ve onların ihtiyaçlarını da gidermişlerdi.

O gün elinde hiç imkanı olmayan sahabîler bile, infakta bulunanların arasında yer alabilmek için adeta çırpınmışlardı; onlardan kimisi başındaki sarığını çıkarıp vermiş, kimisi sabaha kadar su çekerek kazanıp getirdiği bir avuç hurmayı tasadduk etmiş ve kimisi de evindeki tek su kırbasını himmet mallarının içine katarak umumî sevaba ortak olmuştu. Evet, o gün, gönülden inanmış her insana, hiçbir bahane ve mazeretin ardına saklanmadan, yüreğini ortaya koyup gücü ve kuvveti ölçüsünde infakta bulunmak düşüyordu; mü’minler işte bunu yapmışlardı.

Münafıklar ise; her meseleye nefsanîlik açısından yaklaşıp her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirdikleri için sürekli fesada sebebiyet verdikleri gibi, gerek Tebük gazvesi hazırlıklarında ve gerekse yolculuk sırasında fitne çıkarmaktan geri durmamışlardı. Mü’minlerin yüreklerine korku ve ümitsizlik salmaya çalışmışlar; “Allah senin azıcık malına mı muhtaç!” diyerek himmet edenler arasında yer almak isteyenleri alaya almışlardı. Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük seferine katılmamak için Rasûl-ü Ekrem’e bir sürü bahane saymış ve izin istemişlerdi. Onlardan bazıları da, ganimet devşirmek ümidiyle orduya katılmış ama yol boyunca bozgunculuk yapmaktan bir an dûr olmamışlardı.

Mü’min olduğu halde küçük bir ihmalden dolayı geride kalıp İslam ordusundan ayrı düşenler de mevcuttu. Bunlardan birisi de Ebû Hayseme el-Ensarî idi. Seferin başladığı zaman tam bağ bozumu mevsimiydi; dallardaki meyveler insanlara tebessüm ediyordu. Güneşin kavuruculuğuna karşılık gölgenin daha bir kıymetlendiği sıcak bir gündü. Ebû Hayseme’nin güzelliğiyle meşhur zevcesi bahçedeki ağaçları sulamış ve çardağa su serperek havayı iyice serinletmişti. Güzel yemekler hazırlamış, sofrayı serin su ve taze meyvelerle donatmıştı. Ebû Hayseme, kendisine arz edilen bu nimetler içinde, gölgenin serinliğini damarlarında hissettiği, soğuk sudan kana kana içtiği ve eşinin varlığıyla daha da inşiraha erdiği bir anda zihnine hücum eden bir mülahazayla ürperivermişti. Kendi kendine, “Allah’ın elçisi güneşin altında, kızgın rüzgar karşısında ve boğucu kum fırtınaları içinde harbe gitsin; Ebû Hayseme ise serin gölgede otursun, güzel güzel yemekler yesin ve güzel eşinin yanında safa sürsün; bu revâ mıdır, bir mü’mine hiç yakışır mı?” demişti. Hemen ayağa kalkmış, devesini semerlemiş ve ailesiyle vedalaşıp yola koyulmuştu.

O esnâda, ashabıyla beraber bir su başında azıcık dinlenmekte olan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, “Keşke Ebû Hayseme olsan!..” demişti. Biraz sonra da beklediği ve tahmin ettiği insanı karşısında görünce büyük memnuniyet duymuştu. Telaşla ve canı dudağında kervana katılan Ebû Hayseme ise, kendisini Allah Rasûlü’nün kucağına atarken sadece “Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum” diyebilmişti. Zira o, mü’minlerden ayrılmanın ve mücahededen geri kalmanın ciddî bir günah olduğunu biliyordu ve işte böyle bir günahla helâk olmaktan çok korkmuştu. Geç de olsa her şeyi elinin tersiyle itip kafileye arkadan yetişmiş ve böylece Efendiler Efendisi’nin sancağı altına girerek o korkudan emin olmuştu.

Heyhat ki, “nasıl olsa yetişirim” deyip ağırdan alan ama Tebük Kervanı’nı kaçırdıktan sonra ona ulaşma fırsatını bir daha da hiç bulamayan ve meşrû bir özrü olmadığı halde sefere katılmayan mü’minler de vardı. Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye bunlardandı.

Hazırlıklı, düzenli ve güçlü İslâm ordusunun her çeşit savaş riskini göze alarak Tebük’e kadar ulaşması, psikolojik bakımdan güç dengesini Müslümanların lehine çevirmişti. Hicaz’a saldırıp İslam coğrafyasını yakıp yıkmak üzere yola çıkan Heraklius ve askerleri, mü’minlerin cesareti karşısında çok korkmuş, dehşete kapılmış ve savaştan vazgeçmişlerdi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Tebük’te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar vermişti.

Fahr-i Kainat Efendimiz, seferden döndüğü zaman, Tebük gazvesine katılmayıp Medine’de kalanlar tek tek gelip özür dilemişler ve mazeretlerini yeminlerle te’yit etmişlerdi. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz de, onların sözlerini dış görünüşleri itibarıyla kabul edip, işin iç yüzünü ve onların niyetlerini Allah’a havale etmiş ve haklarında istiğfarda bulunmuştu. Sadece, Kâ’b b. Mâlik ve diğer iki arkadaşı Rasûl-ü Ekrem’in huzuruna girince bahane uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylemiş ve haklarında verilecek hükmü intizar etmişlerdi.

Kâ’b b. Mâlik’in Hicranı

Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de İnsanlığın İftihar Tablosu’na bey’at etmiş, Bedir dışındaki bütün gazalara katılmış; kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şiirleriyle hasımların moral dünyalarını alt-üst edebilecek kadar söz üstadıydı. Fakat, her türlü imkana sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük seferine katılmamıştı. İşte, bu büyük sahabînin sefer esnasında ve sonrasında yaşadıkları, duygu ve düşünceleri, tavır ve davranışları mevzumuza çok güzel bir misaldir. Fakat, bu hazin hikaye, o yüce kâmeti sorgulama manasına da gelebileceğinden dolayı, hadisenin mevzuyla alakalı kısmını, Kâ’b b. Mâlik hazretlerinin kendi dilinden aktarmak daha doğru olsa gerektir. En muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflere göre; Hazreti Kâ’b serencamesini şöyle anlatmıştır:

“Ben hiçbir zaman, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya hiç getirememiştim; fakat, bu sefere çıkılacağı esnada, iki tane binek devesine birden sahiptim.

Aslında, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi, bir başka yere gittiği sanılırdı. Ne var ki, bu gazve sıcak bir mevsimde, uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-ü Ekrem hedefi açıkça söylemiş; iyice hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini haber vermişti.

Diğer taraftan, Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) ile beraber harbe gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Herkesi isim isim bir deftere kaydetmek mümkün değildi. Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Dahası, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu seferi meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin iyice tatlılaştığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm.

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile müslümanlar savaş hazırlığına başladıklarında, ben de onlarla beraber harp ihtiyaçlarını tedarik etmek için evden çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım hazırlık da ne ki, dilersem çabucak hazırlanabilirim!” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile yanındaki müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Bu maksatla bir süre daha çarşı-pazara gidip geldim; sabah evden çıktım, ama hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Bu hal de böyle sürüp gitti. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler bir hayli mesafe almışlardı. “Yola çıkıp onlara yetişeyim” dedim, keşke öyle yapsaymışım; heyhat, bu da bana nasip olmadı.

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’den ayrıldıktan sonra, halkın arasına çıktığım zaman gördüğüm bir manzara beni çok üzüyordu: Savaşa gitmeyip geride kalanlar ya münafıklık damgası yemiş kimselerdi veya zayıflıkları sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın mazur addettiği özürlü mü’minlerdi.

Öte yandan, Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) da Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Orada ashâbının arasında otururken, “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı? (Ondan ne haber?)” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam, “Ey Allah’ın Rasûlü! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu!” demiş. Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona, “Ne fena konuştun!” diye karşılık vermiş. Sonra da Peygamber Efendimize (aleyhisselâm) dönerek, “Yâ Rasûlallah! Yemin olsun, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz!” diye eklemiş. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir şey söylememiş.

Rasûlullah’ın (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Bir aralık bir yalan uydurmayı düşündüm. Kendi kendime “Ne söylesem ki yarın Allah Rasûlü’nü (aleyhissalâtu vesselâm) darıltıp gücendirmekten ve O’nun tarafından cezalandırılmaktan kurtulsam?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerin fikirlerine de müracaat ettim. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma sapan düşünceler dağılıp gitti. İyice anladım ki, yalana başvurmakla asla kurtulamam... Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim.

Derken Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir sabah Medine’ye geldi. O, bir seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye girerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına çıkıp otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna koştular; neden savaşa gidemediklerine dair mazeretlerini yemin billah ederek bir bir anlatmaya başladılar. Bu kimselerin sayısı seksenden fazlaydı. Peygamber Efendimiz onların ileri sürdüğü mazeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı.

Sonunda ben de huzura girdim. Selâm verdiğim zaman Allah Rasûlü acı acı gülümsedi ve “Gel!” dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum. Bana, “Niçin savaşa katılmadın? Sen Akabe’de bîat edip söz vermemiş miydin; hem sefer için binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben şu cevabı verdim: “Evet ey Allah’ın Rasûlü! Şu anda senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı mazeretler ileri sürüp, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, -Allah’ın lütfu- insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat, yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğruyu söylersem, o zaman da bana kızacaksın. Ama ben doğruluğu seçerek Allah’tan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar da kuvvetli ve zengin olamamıştım!..”

Benim bu itirafım üzerine Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “İşte bu doğru söyledi” dedi. Sonra da bana müteveccihen, “Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları peşime takılarak, “Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Sen de savaşa katılmayan diğerlerinin ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleseydin ya!.. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselâm) istiğfâr etmesi yeterdi!” dediler. Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Rasûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimi inkar etmeyi bile düşündüm. Sonra onlara, “Benim vaziyetime düşen başka biri var mı?” diye sordum. “Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi.” dediler. Onların kim olduklarını sorunca da “Biri Mürâre İbni Rebî’ el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî” diyerek, Bedir Gazvesi’ne katılmış olan nümune-i imtisal iki mükemmel şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönüp özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.

Derken Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar ve bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Öyle ki, yeryüzü bile bana yabancılaştı. Sanki dünya, o zamana kadar bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı..

İşte, bu minval üzere tam elli gün geçirdik. Diğer iki arkadaşım halktan uzaklaşıp boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerine kapandılar. Fakat ben onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşıda dolaşırdım. Ne var ki, kimse benimle konuşmazdı. Bazen namazdan sonra, ashabıyla oturmakta olan Rasûlullah’a (aleyhissalâtu vesselam) uğrayıp selam verirdim. “Acaba selâmımı alarak dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?” diye kendi kendime sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza durunca bana doğru yöneldiğini, ama kendisine baktığım zaman yüzünü hemen geri çevirdiğini görürdüm.

Müslümanların bana karşı sert tutumları uzun süre devam edince, bir gün dayanamayıp amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gittim, duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Hayret, vallâhi selamımı almadı. Ona, “Ebû Katâde! Allah aşkına söyle; Allah’ı ve Rasûlü’nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?” dedim. Hiç cevap vermedi. Tekrar “Allah aşkına...” dedim, yine  konuşmadı. Bir daha yemin verince, “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım ve oradan uzaklaştım.

Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Erzak satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi, “Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir?” diye sordu. Halk da beni işaret etti. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu: “Duyduğumuza göre arkadaşın seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, seni aziz tutalım.” Mektubu okuyunca, “Bu da başka bir imtihan” dedim. Hemen mektubu tandıra atıp yaktım.

Bu boğucu elli günün kırkı geçmiş, fakat hakkımızda hâlâ vahiy gelmemişti. O sırada, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderdiği bir şahıs çıkageldi; “Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselam) eşinden ayrı oturmanı emrediyor!” dedi. “Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” diye sordum. “Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın!” dedi. Peygamber Efendimiz, diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine eşime, “Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailene git ve onların yanında kal.” dedim.

Bu vaziyette, sıkıntısı gittikçe artan on gece daha geçirdim. Ellinci gecenin sonunda, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere ruhum iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle, “Kâ’b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma zamanının geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.

Meğer Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’ın bizi affettiğine dair sevindirici haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjde vermek üzere koşuşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci de koşup Sel Dağı’na tırmanmış; oradan bağırmaya başlamış. Tabii ses attan önce bana ulaşmıştı. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Rasûlullah’ı (aleyhissalâtu vesselâm) görmek arzusuyla yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tevbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Gözün aydın, Allah’ın seni bağışlaması kutlu olsun!” diyorlardı.

Nihayet Mescid’e girdim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbın ortasında oturuyordu. Peygamber Efendimiz’e selam verdiğimde memnuniyetten ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle, “Müjdeler olsun! Annenden doğalıdan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!” buyurdu. Ben de, “Yâ Rasûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sordum. “Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!” buyurdu. Rasûlullah’ın (aleyhissalâtu vesselam) vech-i mübarekleri, sürurlu anlarında, bir ay parçası gibi parıldardı. Biz onun sevindiğini böyle anlardık; o anda da memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Ben önüne oturunca, “Ey Allah’ın Rasûlü! Tevbemin kabul edilmesine şükür olarak bütün malımı Allah ve Rasûlullah uğrunda tasadduk etmek istiyorum.” dedim. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur.” buyurdu. Ben de, “Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyor, gerisini bağışlıyorum!” dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim: “Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak beni doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Tevbemin bir gereği olarak, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.”

Mazeret Döktürme, Hatanı Kabul Et ve Bağışlanma Dile!..

İşte, Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye gerçek mü’min olduklarından Tebük Seferi’ne katılmamalarını mazur kılacak bir sebep göstermek için bir sürü bahane uydurma ve mazeret döktürme yerine suçu kabul etmiş, Allah Rasûlü’nden bağışlanma dilemiş ve tevbelerinin kabul olması için istiğfar televvünlü bir bekleyişe koyulmuşlardı. Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Efendimiz de, münafıkların mazeretlerini kabul etmiş olmasına rağmen, bu üç sahabiyi cezalandırmış; onları muvakkaten dışlamış ve Müslümanları onlarla konuşmaktan menetmişti. Çünkü, bu üç büyük insan, harem dairesine girmişlerdi bir kere, başkaları gibi davranamazlardı; şayet dışarıdakiler gibi hareket ederlerse, işte bu şekilde cezalandırılmaları da icap ederdi. Nitekim, elli gün süren, ama kendilerine ellibin sene gibi gelen, büyük bir imtihana tabi tutulmuş ve sadâkatlerini ispatlayınca Allah’ın mağfiretine nail olmuşlardı. Mazeret beyan etme kadar bile olsa, hilaf-ı vaki bir beyana tenezzül etmemeleri, doğru sözlülükleri ve samimi davranışları onlara ebedî kurtuluşun kapısını açmıştı. Münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken, onlar doğrulukları sayesinde selâmete çıkmışlardı.

Cenâb-ı Hak, onlarla alâkalı olarak şu mealdeki ayet-i kerimeyi indirmişti:
“Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından kurtulmak için yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığnı anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvâbdır, rahîmdir (kullarını tevbeye yönlendirir, sonra da onların tevbelerini kabul buyurur ve onlara hep rahmetiyle muamele eder.)” (Tevbe, 9/118)

Hâsılı, hata ve günahlar karşısında münafıklar, vurdumduymaz ve lâkayt kimselerdir. Çılgınlık ve hezeyân en mümeyyiz vasıflarıdır onların; cismânî ve nefsânî arzular arkasından koşmak ise her zamanki hâlleri. İşleri-güçleri yalan ve hıyanettir; her davranışları da apaçık riya ve süm’a. Dertleri sadece menfaatlerine zarar gelmemesidir; mefkûre ölçüsünde davaları ise, yalnızca yaşama tutkusu. Dolayısıyla da onlar, yorgun, bitkin ve bezgin bir görüntü sergilerler işe yarar bir çağrıya muhatap olduklarında.. ve bin bir mazeret beyanına kalkarlar herhangi bir hizmet teklifi karşısında...

Bilakis, işlediği bir hata, irtikâp ettiği bir mâsiyet ve Allah’ın hoşnut olmayacağı bir davranıştan ötürü, mü’minin boynu hemen bükülür; ruhunda içini kanatan bir burukluk ve yüzünde kahreden bir hicap hasıl olur. Gönlünde mütemâdî bir ürperti ve kabirdeki suallere muhatap olma telâşı gibi bir ruh hâleti belirir. İçinden kopup gelen ve her lahza daha bir büyüyen o derinlerden derin mehâfet hissiyle ürperir. Bahanelerin ardına saklanmanın ve mazeretler sıralamanın yersiz olduğunu, her şeyin iç yüzünün ötede ortaya döküleceğini ve kendisini sıdk u sadâkatten başka hiçbir vesilenin kurtaramayacağını çok iyi bilir. Günah yüzünden vicdanında duyduğu azaptan dolayı dünya başına dar gelir; iç huzurunu ve gönül rahatlığını bütün bütün yitirir, kendi yüreği bile ona zindan kesilir. İşte o anda, Allah’a ilticadan, O’na yönelip O’na sığınmaktan başka bir çıkar yol olmadığını iyice anlar; mâsivâya kapanır, bütün ümit ve beklentilerini Allah’tan ummaya başlar. Böylece, onun için de nur-u Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyet zuhur eder; o andaki durumu itibariyle hususi bir teveccühe mazhar kılınır. Gönlüne tevbe duygusu ve teveccüh istidadı verilir. Sonra da, Cenâb-ı Hak, her şeyden kesilip sadâkat ve samimiyetle sadece Kendisine yalvaran ve sığınan bu kulunu mağfirete erdirir.

Kaynak: http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=4904 

Bu safya hakkında bir öneriniz veya şikayetiniz mi var?
 
Bugün 82 ziyaretçi (93 klik) misafirimiz bizimleydi!

لا اله الا الله محمد رسول الله
www.yasamed.tr.gg
Free Website Counter
Kere Tıklandı

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol