Ana Sayfa
     Editör
     Rabbim...
     Ziyaretçi defteri
     Gel Efendim
     Pismanlık
     Düşünen insanlara
     Kar Tanesi
     Ebruli
     Bir hadis
     Kutsal Emanetler
     Dedim ki;
     Laleler
     Kutlu Dogum
     Güncel Makale
     Güncel
     İletişim
     Tasavvuf
     Makaleler
     Adamın Dönüşü (H)
     Çöle İnen Nur
     Yüzlerce Salat
     Namazın İnşaası
     Namaz Niyetleri
     Namaz ve Sağlık
     Namazın Esrarı
     Namazı Terk
     Kılmama Bahaneleri
     Uydudan Kabe
     Başörtülüyüm
     D. Ali Videoları
     Video Şiir
     Video ilahi-ezgi
     Video Kur'an
     Can Muhammed
     Kırık Testi I
     Kırık Testi II
     Kırık Testi III
     Kabir ve Ötesi
     Yağmur
     Dualar
     Peygam. Kızları
     Salat-ı Tefriciyye
     Nebiler Sultanı
     Kıssadan Hisseler
     Sahabe Şuuru
     Galeri
     Kronoloji
     Nur'dan Damlalar
     40 Hadis
     Aforizma
     Pompei (ibret)
     online istatistikler
     Günce
     Hikayecik
     Asr-ı Saadet
     Kuddüs ism-i Şerifi
     İşin Allah'a Kalması
     Cevşenin Tesiri
     Cevşen-i Kebir
     Dinin Direği
     Aciz Yakarış
     Nebe Suresi
     Mülk S. Tebareke
     Yasin Suresi
     Şeytanın Hileleri
     Latife ve Nükteler
     Komiklik
     Boykotlar
     Esma-ül Hüsna
     Nefsi Yenmek
     M.Akif Arsivi
     Şeyh Şâmil
     Malcolm X
     Veda Hutbesi
     Hilal Tv
     RAP
     Saadeti Edebiyye
     Sesli Kitap
     Niye moralin bozuk
     Kabus
     ihlas Risalesi
     Kuran iklimi
     Esref Ziya
     smileyler
     Videolu hatim
     Gazze Katliamı
     Ahmet Yasin
     Köpek israil
     Haftanın Makalesi
     cevsen indir
     Gidalar uzerine
     Sevap Fabrikalari
     esma
     Gelseydin
     Ashab-i Kehf
     Zilhicce Ayi
     Zehranin Gozleri



yaSamed - Kırık Testi I





 

Sürekli Hatırlanması Gereken Şey: Günah

Allah kelam-ı ezelisinde “Allah onların günahlarını hasenata tebdil eder” buyuruyor. Bu, günahkâr insanlar için aslında büyük bir beşarettir. Fakat bu ayete masadan olabilmek için kulun da yapacağı şeyler vardır. Bir; günah insanî ilişkiler alanında cereyan etmişse yani kul hakkı söz konusu ise, mutlaka karşı taraftan helâllik almak. İki; işlenen o günahı bir ömür boyu hatırlamak, onun ızdırabını sînesinde dâima canlı ve taze olarak hissetmek. Bu hususu bir başka yerde şöyle ifade etmiştik; “Günah çok kötü bir şeydir; ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da kulun bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için âh u vâh etmesi halidir. Mesela, harama im’ân-ı nazar ederek (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup Rahmet kapısına yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara gebe olabilir.”

Bu iki şey yapılabilirse şayet, Allah o kulu ahirette rezil etmez. Ama günah işlenmiş, unutulmuş ise aynı neticeden bahsetmek oldukça zor olsa gerek. Evet, aslında unutulması gerekli olan şeyler iyilikler ve güzelliklerdir. Zannediyorum günümüzde çok müslümanlar bu iki hususu birbirine karıştırıyor, unutulması gerekli olanları unutmuyor, unutulmaması gerekli olanları da unutuyorlar.

Bu meselenin bir diğer buudu ise şudur; insan olan herkesin ve hepimizin Rabbi ile olan irtibatı adına eksiklikleri, işlediği günahları vardır. Arzu ederiz ki Allah affetsin onları. Fakat aynı arzuyu başkalarının günah ve hataları adına da duymak gerekmez mi? Niçin o arzuyu izhar etmiyoruz biz? Allah hepimizin Allah’ı; O Raûf, O Rahîm ve O Kerim. “Rahmetî vesiat külle şey’” buyuruyor, yani rahmeti herşeyi ihâta etmiş. O’nun âdet-i sübhânîsi, çamurun içinde duran kimseleri hemen tutup çıkarması, yıkaması, üzerine gül suları serpiştirmesi ise şayet, bizim onları çamur içinde görmeye hakkımız yok ki. Dilerse affeder onu. Dolayısıyla yukarıda ifade etmeye çalıştığımız “günahları unutmama”yı herkes kendi adına yapmalı. Elli sene evvel de işlemiş olsa, onu yeni işlemiş gibi bütün inciticiliğiyle duymalı. Bu açıdan “Ben biliyorum ki, falan zat falan zamanda şunu yapmıştı, ama bu günahın hacâletini hiç de üzerinde görmüyorum.” demeye hiç kimsenin hakkı yok. Nereden biliyorsun onun içinde boyundurukların dönmediğini, için için ızdırap çekmediğini?!



İslamî Denge Ve Mürşid ihtiyacı

İslam bir denge dinidir. Maddî ve manevî âlem adına koymuş olduğu ölçüler bunun şahididir. Fakat bunları gösterecek dimağlara özellikle günümüzde çok ihtiyaç var. Bu ufku yakalayamayan birçok insanın yönlendirilmeye, sürekli nezaret edilmeye ihtiyaçları olduğuna inanıyorum. Aksi halde böylelerinin dine ve topluma zararlı olduğu muhakkak. Şöyle ki, bahsini ettiğimiz özellikteki kişiler, ilim adamları, master, doktora talebeleri sistemin gerektirdiği ölçüler içinde çalışıyor. Başkalarının görüş ve düşüncelerini aktarmayı ilmî çalışma olarak kabulleniyorlar. Bunu yaparken de belki farkında değiller ama kendi gönüllerinin ilhamlarını öldürüyor, kendi ruhlarının dilinden kilidi çözmüyor/ çözemiyorlar. Dolayısıyla bugün bir çeşit, yarın bir başka çeşit konuşuyor, en son okuduğu kitabın havasına giriyorlar. Dimağlarda donukluk, söylenen şeylerde zıtlıklar oluyor böylece.

Bazılarında da tam tersi şey geçerli. Onlar da alabildiğine serbest ve hür düşünceli. Sürekli beyin fırtınaları ve sancıları içinde. Ama bunlar da dinin getirdiği temelleri tam anlamıyla bilemediklerinden ölçüsüz, bazen de İslam’a zıt şeyler söyleyebiliyorlar. Bu açıdan ilk sınıfta yer alanlara İslam’ın hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmayan dengelerini hatırlatacak, gösterecek; diğerlerine de basit seviyede dahi olsa İslam’ın usûlüne ait değerlerini gösterecek, öğretecek denge insanlarına ihtiyaç olduğu kesin.

Işığın Göründüğü Ufuk

Bazen ışık görünür. Aradan on sene geçer, yirmi sene geçer, ışık hala göründüğü ufukta durur, bir santim ilerleme kaydetmez. Neden? Çünkü insanların azmi, kasdı, kararlılıkları, plânlarının ciddiyeti, uygulanabilir oluşu şart-ı âdî planında müessir şeylerdir. Eğer bunlarda bir eksiklik ve aksama söz konusu ise, ışık göründüğü yerde görüne durur fakat siz yürümenize rağmen bir türlü tünelin öbür ucunu bulamazsınız. Bununla beraber ışığın göründüğünü kabul etmelisiniz. O zaman ya; “Ne yapalım! Işık biraz erken görünmüş.” veya “Biz ışığa doğru yürürken âhesterevlik ediyoruz.” ya da; “Atâ-i ilâhî burada ayrı bir cilve ortaya koyacak.” diyeceksiniz.

Bu çerçevede bir hususu tekrar hatırlatmak isterim; bazen dünyanın herhangi bir yerindeki muvaffakiyet, başka yerlerde muvaffakiyete giden yolu tıkayabilir ve sistemi felç edebilir. Cüz’î dairedeki tekevvün ‘hepten’in önünü kesebilir. Zira o muvaffakiyet başkalarının gıpta damarlarını harekete geçirmiş, haset duygularını kabartmış, düşmanlık yapmalarına zemin hazırlamıştır. Mesele, dininizi anlatma, hakkı başkalarına duyurmadır. Dinimizi anlatma istikametindeki bir başarı başka bir yerde kendilerine rakip kabul etmeyenlerin harekete geçmesine sebebiyet verebilir. Öyleyse, bir yerde doğum yaptırtıp diğer yerlerde kısırlaşmaya, kısırlaştırmaya sebebiyet vermeyin. Unutmayın, hâmile olan bütün analar doğum yaptığı zaman başkalarının yapacağı bir şey kalmamış demektir.

Yağmur Yağarken

Yağmur yağıyor şu an. O yağmur -ki diğer adı rahmettir- Allah’tan, rahmet semasından yeni kopup gelen şeyin adıdır. O şimdi üzerinde öbür alemin çizgilerini taşıyor, o aleme ait turfanda televvünlere âyinedarlık yapıyor. Bu esnada eğer gönüller Allah’a teveccüh eder, diller O’nu mırıldanırsa, Allah o duaları kabul buyurur. Şimdi siz, sizin için hayatta en önemli gaye ne ise, o gayeye kalbinizi kilitleyerek Cenab-ı Hakk’a dua edin, o meramınızı isteyin. “Güzel söz O’na çıkar, iyi amel O’na yükselir.” diyor Kur’an. Dolayısıyla O’ndan gelenlerin geldiği şu anda, O’na gidecek şeylerin gitmesinde bir kolaylık söz konusudur. Yani gök kapıları açık, rahmet geliyor, yerden kelimeler de O’na yükseliyor.

İsterseniz benim kelimelerime kalbinizin heyecanıyla iştirak edebilir, âmin diyebilirsiniz: “Allâhümme a’li kelimete’llâhi ve kelimete’l-hakki ve dîne’l-İslami fî külli enhâi’l-âlem. Veşrah sudûranâ ve sudûra ibâdike fî külli enhâi’l-âlemi ile’l-îmâni ve’l-İslâmi ve’l-ihsâni ve’l-Kur’ân vestahdimnâ fî hâzâ’ş-şe’n. Vec’alnâ min ibâdike’l muhlisîne’l muttakîne’l veriîne’z zâhidîne’l mukarrabîne’r râdîne’l merdıyyîn. Allâhümme yâ müfettiha’l ebvâb! İftah lenâ ümmete Muhammedin sallâhu aleyhi vesellem lâsiyyemâ ihvânî ve ehavâtî ve asdikâî ve sadâikî ve ahbâbî ve ehibbâî hayra’l-bâb. Rabbenec’al lenâ min emrinâ ümmete Muhammedin sallahu aleyhi vesellem lâsiyyemâ emra ihvâni ve ehavâti ve asdikâi ve sadâikî ve ahbâbî ve ehibbâî fî külli enhâi’l-âlemi ferecen ve mahrecâ, ve sallallâhu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve ashâbih.”

(Allahım! Yüce adını, hak kelamını ve din-i mübin-i İslam’ı dünyanın dört bir tarafında yücelt! Gönüllerimizi ve dünyadaki bütün kullarının kalblerini imana, İslam’a, ihsana ve Kur’an’a aç! Bizi bu yolda istihdam eyle! Bizleri ihlâslı; kılı kırk yararcasına takva hayatı yaşayan; zühdü esas edinen; kurbiyetine mazhar olup Senin yakınlığını kazanmış; Sen’den razı olmuş, Senin de kendilerinden razı olduğun kullarından eyle! Allahım, her kapıyı açan Rabbim! Biz Ümmet-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem), hususen kardeşlerimiz, dostlarımız ve sevdiklerimize hayır kapılarını aç! Ey Rabbim! Biz Ümmet-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem) ve hususiyle de dünyanın dört bir tarafındaki kardeşlerimiz, dostlarımız ve sevdiklerimize bir rahatlık, sıkıntılarına bir çıkış yolu ihsan eyle! Salât u selam Efendimiz (aleyhissalatu vesselam), âl ve ashabı üzerine olsun.)

Kaynak: http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=43


Şeytanın Tuzakları


Bazı tasavvuf kitaplarında mekaid-i şeytan ve desais-i şeytanın iki türlü olduğu kaydedilir: 1. Herkesin başına gelebilen, fena bir şeye teşvik etmesi, çirkinliği güzel gösterip onu irtikap ettirmesi. 2. Bazıları için mezelle-i akdâm (ayakların kaydığı nokta) olan, zahiren hayırlı gibi görünen işlerdeki desiseleri. Mesela güzel rüyalar görür, bir şeyler hisseder.. hatta insanların kalbini okuyabilir. Fakat bunlara takılır, bunları başkalarına hakimiyet kurma hususunda kullanır, bunlardan kendine pay çıkarır. Tevazu sergilemesi gerekirken enaniyeti köpürür. İşte buna kebire (büyük günah) demişler. Neticesinde ise Allah korusun mahvolma muhtemeldir. Ve kimbilir şeytan bazı insanları bu tuzağa düşürmek için rüyalarına girer, güzel görünür. Keşf u keramet nevinden şeyler ve insanların içini okumak gibi işler şeytanın ilhamıdır belki de...

***

İnsanın nefsi yılan gibi, çıyan gibi en amansız düşmandır. Siz yılan-çıyan dolu bir mağaraya girseniz işiniz kolaydır, delikleri tıkarsınız olur-biter. Ancak yılanlar, çıyanlar, akrepler içinizdeyse ne yapacaksınız?

***


Hasan-ı Basri'den iki söz ve Hatırlattıkları

Hasan-ı Basri der ki: "İlimce diğer insanlardan üstün olan kimseye yakışan, amelce de onlara üstün olmasıdır." Vatana-millete hizmet ederken önde görünenler normal insanlardan daha çok, çok daha çok evrad u ezkar yapmalı: 1. Sorumluluğu ağır olan insanlar duaya, evrad u ezkara ve inayet eli istemeye daha çok muhtaçtır. 2. Kendi konumunda derince inanmanın gereği olarak ibadet u taat artmalıdır. Yani inanmadaki derinliği zaten onu daha çok zikre sevk eder. 3. "Efelâ ekûne abden şekûrâ" sırrına göre o şükreden bir kul olmak için sürekli ibadete yönelmeli. Ayrıca böyle insanlar harem dairesinde bulunmaktadır. Orada bulunan kimseler koridorda duranlar gibi davranamazlar.

Hasan-ı Basri'ye izafe edilen bir başka sözde o şöyle der: "Biz ilmi dünya için istemiştik, o bizi ahirete çekti." Bu söz ondan daha önce de söylenmiş olabilir ama ona dayandırılır. Sanki onunla iştihar etmiştir. Tabiin ubudiyette ve ilimde sahabeden önde görünüyor dememiz doğru olabilir. Ancak sahabe ubudiyetin, imanın başka bir yönünü temsil ediyordu. O da dini muhafaza, siyanet ve emaneti sağ-salim yeni nesle nakletme, ubudiyet ve ilim için uygun zemin hazırlama meselesidir. Sahabe olmasaydı din olmazdı. Onların asrı en hayırlı asırdır ve sonrakilerin sevaplarından onlar da hissedardırlar.

Evet, tabiin devri ilmin ve o ilimle amelin zirvede olduğu bir devirdir. Hadisde buyurulur ki: "İlimden ilk kaldırılacak şey huşûdur." Şu an ilimde huşû kaybedildi, o da kaybedilince herşey bitti. Hayatımda tanıdığım bir kaç insan vardı. Mesela birisi namazını o kadar temkinle kılardı ki bir-kaç kişi bana şöyle demişti: "Onun dükkanının önünden geçerken bir kere baksam ahireti hatırlıyorum." Evet, mü'min hele ki ilim sahibi bir mü'min, görüldüğünde Allah hatırlanmalı.

***

Seyr-i sülûk-i ruhânîde kalb mi öncedir, ruh mu? Bu tartışılan bir konudur. Bana göre önce ruhî hayat, sonra kalbî hayat gelir. Ruhla insan bir noktaya gelir, sonra latife-i Rabbaniye olan kalb ile yoluna devam eder, sırra ulaşır, oradan hafîye sonra ahfâya...

***
Emniyet

İnsan bu dünyada emniyetle yaşamamalı. Hiçbir zaman kendine güvenip kendinden emin olmamalı. İnsan dünyada hep havf ile yaşamalı. Akibeti hususunda hep tir tir titremeli. Onu Allah'a vermeli. "Ben kafirim, ben münafığım" demek caiz değil ancak içinde hep bir endişe olmalı, ben de münafıklık alâmeti var mı diye... Bu endişeyi koca Hazreti Ömer bile taşıyor ki biz neden taşımayalım. Namazını kıldığı zaman makbul olduğuna inanmalı ancak "Bunda bir eksiklik var mı, yüzüme çarpılır mı?" diye endişe etmeli. İnsan yaşarken hep havf galip olmalı. Reca ise ölürken insana yoldaş olur. Bunu İmam Gazzali dahil muhakkikin ifade eder. İnsan ölürken reca duyguları içinde der ki: "Artık yapabileceğim bir şey kalmadı. Şu an kendimi tamamen Allah'ın rahmetine teslim ediyorum." İmam Şafii de vefat ederken diyordu ki: "Cealtür recâ li avfike süllemâ-Allahım, recayı affına merdiven yaptım."

***

Hazreti Osman mezarlığa uğradığı zaman nefes alamayacak hale gelinceye kadar ağlardı.
***


İmana Mani Hususlar

1. Tekebbür: Günümüzde ateistler diyorlar ki "İnsan olabildiğine hür kalmalıdır. Hatta siz Allah'a kulluktan bahsettiğiniz zaman insanın hürriyetini ortadan kaldırırsınız. Kime olursa olsun "kulluk" söz konusu olursa hürriyet olmaz ve insan sömürülmüş olur." Böylesine bir tekebbür tabiatıyla imana manidir.

2. Bakış Zaviyesindeki İnhiraf: Bazen bakışlardaki zar kadar değişme neticede çok büyük farklılık arzeder ve bazen insanı imandan dışarı çıkarır. Üstadın NİYET ve NAZAR mevzularındaki açıklamaları bu açıdan çok önem taşır.

3. Cehalet.

4. Alışkanlıklar.

 
Kaynak: http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=5


Saygısızlığa Savaş


Kur'an okurken, hutbe verirken "Estaizü..." diyorlar, bu yanlış. Kur'an'da Kur'an okunacakken "Allah'a sığınma dileyin, sığınma talebinde bulunun" buyruluyor. Bu halde okurken biz, "Sığınma talebinde bulunuyoruz" demeyiz, "Sığınırız". (Estaizü: "Sığınma diliyorum"; Eûzü: "Sığınıyorum" manasına gelir.) Yani her halükarda "Eûzü billahi..." demek lazımdır.

Her zaman Eûzü Besmele'yi adet haline getirmeliyiz. Ayet okurken besmele yetmez. Çok saygılı davranmalıyız. Efendimiz'in her adı geçtiğinde mutlaka salavat getirmeliyiz, sadece dille değil bütün vücudumuzla. O'nun adı geçtiğinde hem bedenen hem ruhen toparlanmalıyız. Çünkü O'nun ruhaniyatı teşrif etmiş olabilir. Ama bu saygıyı gösterirken de katiyen riya ve sum'aya girmemeli, saygımızı gönlümüzün derinliği ölçüsünde ve içimizden geldiği şekliyle ifade etmeliyiz.

SAYGISIZLIĞA SAVAŞ AÇACAĞIZ. Her yerde saygıda aşırı hassasiyet göstererek onu yerleştireceğiz.

***


Zühdün tarifi: "Dünyayı kesben değil, kalben terketmek." Bunun ölçüsü de dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına sevinmemek

***

Hazreti Süleyman bir karıncanın bir senede ne yiyeceğini sormuş. "Bir buğday" demişler. O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış. Bir sene sonra açıp baktığında kutuda karınca ve buğdayın yarısı varmış. Karıncaya sormuş: "Sen senede bir buğday yemez miydin?". "Ya Süleyman! O rızkımı Rezzak u Kerim verirken öyle idi. Ama rızık senin vasıtanla gelince senin ileride ne yapacağını bilemedim ki onun için ihtiyatlı davrandım."

***

Birbirimizle kavga edip çekişip duruyoruz. Birbirimize canımız sıkıldığı kadar Allah'ın adının duyulmayışına canımız sıkılmıyor. Halbuki o bizim var oluş gayemiz.

***

Beklenti


Biz hiç ama hiç beklenti içinde olamayız. Hatta bir insana bir iyilik yaptığımızda ondan bile teşekkür beklentisi içinde olmamalıyız. "Men lem yeşkurin nâse lem yeşkurillah - İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da teşekkür etmez." hakikatı onu ilgilendirir, bizi ilgilendirmez. Biz tek bir şeyin beklentisi içinde olabiliriz o da ALLAH RIZASI. Hiçbir şeyde hırs göstermek caiz değildir ama Allah'ın rızasını kazanmak uğruna, O'nun adını dünyanın her tarafında duyurma hususunda ölesiye hırs göstermek caiz, hatta matlubtur. Hırs gösterilecek tek nokta budur.

***

Bizim pek çok zaaflarımız var. Bunların farkına varma ve itiraf etme, onları iradeyle zapt u rapt altına alma ve onlara rağmen iffetle yaşama insanı evc-i kemalâta (kâmil insan zirvesi) yükseltir.

***

Hazreti Adem'in yasak meyveye el uzatmasına "Hasenâtül ebrâr seyyiâtül mukarrabin-Ebrar adına iyilik sayılan bir fiil, daha ileri seviyede bulunan mukarrabin için günah sayılır" sırrıyla bakılmalıdır. O bir içtihat hatasıdır, iftar vaktini bilememe meselesidir. İnsanların bulundukları konuma göre yaptıkları fiiller farklılık arzeder. Salonda bulunanın, koridordakinin yaptığını yapması, salonda olma adabına uymayacağından hatadır. Harem odasında hareme mahrem olmuş kimse de salondakinin yaptığını yapamaz.

***

Efedimiz hakkında akla gelen kötü şeyleri hemen ELİNİN TERSİYLE VURUP KOVACAKSIN! Hiç barındırmayacaksın. Hani bahar bulutları gibi zihne gelse.. hani mesela "taaddüt-ü zevcât" filan akla gelse hemen "Ne güzel Ya Rabbi! O Güzeller Güzelinde bu şey ne güzel duruyor!" diyeceksin.

***

Günah çok kötü bir şeydir ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da kulun bir günaha girip bir ömür boyu onun için ah u vah etmesidir. Mesela bir harama im'an-ı nazar ile (dikkatlice) bakmıştır, yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olur ve o Rahmet Kapısı'na yönelir.


***

Öyle bir Sultan'a kul olacaksın ki Fatih Sultan Mehmet ile bir farkın kalmayacak, Yavuz Sultan Selim ile aynı çeşmeden testini dolduracaksın.

Kaynak: http://www.herkul.org/kiriktesti/index.php?article_id=6

Muhammedî Ruh

Soru: Nübüvvet mesleği açısından, “Muhammedî ruh” ne demektir? Bu ruhun, tebliğ ve temsil vazifesinde bulunan mü’minlerin hal ve hareketlerine yansıması nasıl olmalıdır?

Cevap: Peygamberlerin hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın seçkin kullarıdır. Allah Teâlâ onları özel donanımlarıyla dünyaya göndermiş ve kendi elçiliğiyle vazifelendirmiştir. Lâkin, onların bazılarını diğer bir kısmına tafdil eylemiştir. Umumî manada ve mutlak olarak her peygamberin faziletini tesbit etmekle beraber, bazı peygamberlere öyle hususî fazîletler vermiş ve onları öyle üstün kılmıştır ki, diğerlerinin o mevzûda onlara yetişmeleri mümkün değildir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Hazreti İsa, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) için “Ulü’l-Azm” unvanının kullanılması da böyle bir hususiyetten dolayıdır. Şu kadar var ki, risalet tahtının sultanları olan bu en yüce peygamberler arasında dahi bir ufuk farkı söz konusudur.

Eşya ve hadiseler, Âdem Nebi’den (aleyhisselâm) İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar uzanan çizgide ruh, mana, idrak edilme ve yorumlanma açısından sürekli değişim geçirmiştir. Değişen şartlar her zaman farklı şekillerde toplumlara da aksetmiştir. Bundan dolayı, ayrı ayrı zamanlarda gelen peygamberlerin farklı hususiyetlerle donanmış olması gerekmiştir.

Hazreti Nuh’un Bedduası

Mesela; bir dönemin şartları ve o devirdeki insanların özellikleri ancak Hazreti Nuh gibi bir rasûlün gönderilişine müsait bir zemin teşkil etmişti. Bu itibarla, denebilir ki, şayet aynı dönemde risaletle görevlendirilseydi, Hazreti İsa’nın da Nuh aleyhisselamın hususiyetlerine bürünmüş olarak vazife yapması iktiza ederdi; eğer Hazreti Nuh da onun kavmine gönderilseydi, kendi tabiatının özelliklerini aşıp Mesihiyet ruhuyla hareket etmeye mecbur kalırdı. Günümüze gelinirken süratle küreselleşmeye doğru giden dünyada, bütün insanlığı kucaklayacak ve getirdiği düsturlarla kıyamete kadar beşerin ferdî, ailevî, içtimaî, idarî ve siyasî her türlü problemini çözebilecek âlemşümûl hüviyette bir peygambere ihtiyaç vardı.. ve Allah (celle celâluhu) böyle bir dönemde de o seviyede bir peygamberi, yani Nebîler Serveri Hazreti Muhammed’i (aleyhissalatü vesselâm) gönderdi.

Kur’an-ı Kerim’in peygamberleri anlatışına bakıldığında ve bu seçkin kulların güzîde hayatları incelendiğinde, onların bir kısmında cemâl bazılarında da celâl tecellilerinin öne çıktığı görülecektir. Bilhassa, Hazreti Nuh ve Hazreti Musa çizgisindeki peygamberlerde celâl cemâlin bir adım önündedir; dolayısıyla, onların kısmen sert bir mizaç sergiledikleri müşahede edilecektir.

Nuh aleyhisselâm tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getirmiş; yılmadan, yorulmadan devamlı sûrette kavmini Allah’a imân ve kulluk etmeye çağırmış; isyan ederlerse azaba yakalanacakları hususunda ikazlarda bulunmuştu. Fakat, pek çokları onun davetine icabet etmedikleri gibi, Allah’a inananlara zulüm ve işkenceden de geri durmamışlardı. Hazreti Nuh’un çağrısına koşanlar birer ikişer çoğaldıkça, münkirler daha bir endişeye kapılmış ve düşmanlıklarını safha safha artırmışlardı. Kavminin bu husumetine rağmen tebliğ ve temsil vazifesine uzun süre devâm ettikten sonra, onların bir türlü imâna gelmeyeceklerini iyice anlayan Nuh aleyhisselâm sonunda şöyle dua etmişti: “Ya Rabbî! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Zira bırakırsan onlar Senin kullarını, Senin yolundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kâfir, ahlâksız çocuklar dünyaya getirip yetiştirirler. Ya Rabbî beni, annemi, babamı ve evime mü’min olarak girenleri, erkek ve kadın bütün mü’minleri affet. O zalimleri ise, daha da beter, daha da perişan eyle!” (Nuh 71/26-28).

Cenâb-ı Hak bu Kutlu Nebî’nin duasını kabul buyurmuş ve o kavmin altını üstüne getirmiştir. Fakat, Kur’an-ı Hakîm’in bu hadiseyi kıssa ederken kullandığı üslupta göze çarpan, şartlara bağlı bir karakter mevzubahistir; ayetlerde o gün öyle bir peygamberin gerekliliğini vurgulayan bir eda vardır. Dolayısıyla, Hazreti Nuh’un, Allah’ın rızasına muhalif olarak hissiyatını seslendirdiğini düşünmek ve öfkesini öne çıkararak o insanların helakı için beddua ettiğine ihtimal vermek büyük bir hatadır. Ulü’l-Azm bir peygamberin, Mevla-yı Müteâl’in muradının aksine bir arzu ve istekte bulunması düşünülemez. Meseleye, “peygamber de olsa bir insanın öfkesi” şeklinde yaklaşmak kat’iyen doğru değildir; böyle bir yorum çok yanlış bir algılamanın neticesidir. Ayrıca, bir peygamber hakkında değerlendirmede bulunurken çok temkinli davranmak icap eder. Zaten, Allah’ın muradı -kapalı dahi olsa- o istikamette bulunmasaydı, Cenâb-ı Hak, “Ben o şekilde yazmadım, Benim kader planım öyle değil” der ve onun talebini geri çevirirdi. Halbuki Yüce Yaratıcı, elçisinin istediğini aynıyla gerçekleştirmiştir. Demek ki, o zamanki şartlar ve o dönemin insanlarının tabiatları öyle gerektirmiştir.

Hazreti Musa Yörüngesi

Benzer hususlar Hazreti Musa için de geçerlidir. Malum olduğu üzere, özellikle sihibazların iman etmelerinden sonra, Firavun iyice azgınlaşmış, baskı ve zulmünü arttırmıştı; Musa aleyhisselâma inananları şehit etmiş, hatta Hazreti Âsiye’nin de canına kıymıştı. Firavun ve kavmi küfürde ve imansızlıkta ısrâr edince, çeşitli belâlara mübtela olmuşlar; önce şiddetli bir kuraklık ve çetin bir kıtlığa tutulmuşlardı. Sonra da su baskını, çekirge, haşarât ve kurbağa istilâsına uğramışlardı. Başlarına belâ geldikçe Hazreti Musa’ya gidip ondan eman dilemiş; fakat belâ kalkınca azgınlıklarına devam etmişlerdi. Nihayet, Musa aleyhisselam şöyle yakarışa geçmişti: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve mallar verdin. Öyle ki, netice itibarıyla onlar da, ey Rabbimiz, (başkalarını) Senin yolundan çevirip saptırıyorlar! Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalblerini de sıkıp daraltıver; çünkü onlar, o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler.” (Yunus, 10/88)

Bu ifadeler de Seyyidina Musa’nın karakterini nazara vermektedir. Musa aleyhisselam bîzâr olduğu o kavme karşı böyle beddua etmiştir. Ne var ki, bir peygamberin Cenâb-ı Hak’tan bir işaret almadan o şekilde tazarruda bulunması nübüvvet âdâbıyla telif edilemez. Belki orada Allah’ın emri sarih değildir, fakat mutlaka bir işaret vardır; aksi halde, bir peygamber Allah’ın emrine muhalif hareket ettiği zaman dergah-ı ilahîden kovulur. Demek ki, onun bedduası da ilahî azaba istihkak kesbeden, oldukça materyalist ve çok kaba bir topluma karşı, şartların gereği olarak dile getirilmiştir, konjonktüreldir.

Kur’an-ı Kerim süzüldüğü zaman aynı şartlar altında benzer sözler söyleyen başka peygamberler görmek de mümkün olacaktır. İşte, bu türlü söz, tavır ve davranışlar, Hazreti Nuh ve Hazreti Musa ile aynı yörüngeyi paylaşan Hak elçilerinin ruh hallerini ve tabiatlarını yansıtmaktadır. Evet, Hak nezdinde onların her biri güzîde bir konumdadır; hepsi Allah’ın seçkin elçileridir; fakat, onlarda celâl tecellileri daha çok görülmektedir; çünkü, gönderildikleri toplumların hususiyetleri ve dönemlerinin şartları öyle olmasını gerektirmektedir.

Halîliyet ve Mesîhiyet

Diğer taraftan, hususiyle Seyyidina Hazreti İbrahim ve Hazreti İsa ile temsil edilen bir çizgi daha vardır ki, bunda da cemâl tecellileri daha baskındır; cemâl celâlin önündedir. Bu yolun esasları hilm ü silm, mülâyemet ve müsamahadır.

Nitekim, Keldanîlerin türlü türlü zulümlerine, çeşit çeşit işkencelerine ve kendisini ateşe atmalarına rağmen, Hazreti İbrahim ellerini kaldırıp, “Rabbim! O putlar insanlardan çoğunu baştan çıkardı; bundan böyle kim benim izimce yürürse o bendendir. Kim de isyan ederse Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) diyerek dua etmiş; kavmine lanet okumamış ve onların helakini istememiştir.

Hazreti İsa da, kavmi, kendisine her türlü ezâ ve cefâyı revâ gördüğü halde, “Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır; şayet mağfiret buyurursan hiç kuşkusuz Aziz Sensin, Hakîm Sensin.” (Mâide, 5/118) diye niyazda bulunarak ciddî bir edep tavrı sergilemekle beraber şefkat ve merhametini dillendirmiştir.

İşte, Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, hem Hazreti Nuh ve Hazreti Musa ile hem de Hazreti İbrahim ve Hazreti İsa ile temsil edilen meslekleri bütünüyle nazar-ı itibara alarak, kendisinin hilm, silm, mülâyemet ve müsamaha yolundakilere benzediğini ifade etmiştir.

Binaenaleyh, Bedir esirlerinin akıbetiyle alâkalı olarak Ashab’ın ileri gelenlerinin kanaatlerine başvurulunca, Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) esirlerin serbest bırakılmalarına, Hazreti Ömer (radiyallahu anh) ise öldürülmelerine taraftar olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine, Allah Rasûlü, önce Hazreti Sıddık’a teveccüh ederek, “Yâ Ebâ Bekir! Sen aynen atam Hazreti İbrahim’e ve Hazreti İsa’ya benziyorsun.” buyurmuş; sonra da Hazreti Faruk’a dönerek, “Yâ Ömer! Sen de Nuh ve Musa (aleyhimessselam) gibisin.” demiştir. Nihayet, kendisinin de, Halîlullah ve Ruhullah’a benzediğini ifade sadedinde esirlerin şartlı olarak salıverilmelerini hükme bağlamıştır.

Bu itibarla, Hazreti Rûh-u Seyyid’il-Enâm halîliyet ile mesîhiyeti cem’etmiştir. Hıllet ve müsamaha yolunu seçmiş; bu meslekte varıp zirveye ulaşmış, tahtını hullet ve şefkat ufkuna kurmuştur. Hazreti İbrahim’de bir çekirdek gibi icmalî bulunan halîliyet ve hıllet ile bir tohum misillü Hazreti Mesih’in özünde var olan mesihiyet ve re’fet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nda ser çekmiş bir ağaca dönüşmüştür. Onlardaki hilm ve şefkatin tafsil ve inkişafı, hakikî insan-ı kâmil Hazreti Habibullah’la gerçekleşmiştir ki, işte bu habîbiyet ve hulletin unvanı Muhammedî Ruh’tur.

Muhammedî Ruh

Evet, Muhammedî ruh, içten samimi bir dostluk, kardeşlik, ülfet tavrı ve ünsiyet muamelesi şeklinde tezahür eden İbrahimî ve Mesihî üslûbu özünde birleştirmiş insan tabiatıdır. Artık beşeriyetin bu karakter ve tabiattaki insanlara muhtaç olduğunu bilen Cenâb-ı Hak, evvelki iki elçisinin hususiyetlerini Allah Rasûlü’nde (aleyhi ekmelüttehaya) toplamış ve rehber-i ekmel olarak O’nu göndermiştir. Zira, Muhammedî ruhla hayatiyet kazanan insanlar, başkalarını şefkatle kucaklayacak ve onları kaçıracak davranışlardan fersah fersah uzak duracaklardır. Onlar, muhataplarını celbetme, yumuşatma ve düşündürme metodunu deneyecek; her meseleyi empatiyle değerlendirip karşıdakileri anlamaya çalışacak, böylece iç fetih dediğimiz gönüllere girmeyi başaracak, en azından herkesi bir insaf zeminine çekecek ve sonra söylemek istediklerini dile getireceklerdir. Bu suretle, hem diğer insanların ufuklarını açmış hem de onları kendilerine karşı insaflı davranmaya sevketmiş olacaklardır.

Muhammedî ruh, şefkat ve merhametle yoğrulmuş karakter demektir. Öyle bir karaktere sahip olan insanın, başkalarının şekavetini istemesi mevzubahis olamaz. Hatta, muhatapları nasıl davranırsa davransın, onun mukabele-i bilmisil yapması, kahriyeler okuması ve lanetler yağdırması mümkün değildir. Zira, beşere bu ruhu kazandıran Şefkat Peygamberi, şahsına reva görülen işkenceler, eziyetler ve zulümler karşısında dahi insanların hidayetlerini dilemiştir. Hele kendi ümmeti söz konusu olunca, onların ebedî kurtuluşu hesabına gece gündüz dualar etmiş ve gözyaşı dökmüştür.

Ezcümle; Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, sabaha kadar, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu.

İşte, bizim mesleğimizin esasını da bu duygu oluşturmaktadır; bizim gözlerimizi diktiğimiz ufuk Muhammedî ruhtur. Her Kur’an talebesi ve hizmet aşığı, karakteri itibarıyla olabildiğine ince, fevkalâde narin, bir anne gibi şefkatli; hep mütevazı, mahviyet içinde, yüzü yerde ve herkesi sevgiyle kucaklamaya hazır bir insan olmalıdır. O kendi asrında Muhammedî Ruh’un (aleyhi ekmelüttehâyâ) izdüşümü bir varlık olmaya çalışmalıdır. Evet o, en uzaktakilere bile yakın durmalı ve meclisini, Peygamber meclisi gibi herkese açık tutmalıdır ki, can alıcı hasım ruhlar dahi ellerinde olmayarak kendilerini birden onun şefkat iklimine salıversinler.. bir kere de o atmosfere girenler artık bir daha ayrılmayı düşünmesinler...

Muhammedî ruhun mümessili, ötelerle sağlam irtibat içinde bulunduğu halde, insanlara karşı muamelesinde bu farklılığını hissettirmeyecek kadar muhlis ve mütevazı olmalı; insanlar içinde insanlardan bir insan olarak yaşamalı; onlarla oturup kalkmalı, onlarla yiyip içmeli; bu arada her zaman gönüllere nüfuz etme yolları araştırmalı; “sohbet-i Cânân” deyip sürekli nazarları O’na çevirmeli ve iklimine uğrayan herkese hakiki insan olma ufkunu göstermelidir. O, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühünü vifak ve ittifakta görmeli, iftirakı ilahî inayetten mahrum kalmanın sebebi bilmeli ve bu duyguyla hemen herkesle uzlaşmanın, vifak ve ittifakı temin etmenin ve hayatı başkalarıyla paylaşmanın vesilelerini kollamalıdır.

Tabii ki, diğer peygamberlerin hususiyetleri ve yolları da saygıdeğerdir; bütün güzel hasletler enbiya ve rusûlün hepsinde belli ölçüde mevcuttur. Fakat, Muhammedî ruh, farklı bir ufuktur. Onda evrensel bir dinin cihanşümul prensipleri ve topyekün insanları kucaklayıcılığı vardır. Dahası, bu kuşatıcılık sadece Nebiler Serveri Efendimiz’e ve O’nun mesajına mahsustur.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Ufku

Kâdı Beyzavî, tefsirinin birinci cildinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ufku ile alâkalı olarak şu kıyaslamaları dile getirmektedir:

İsrailoğulları maruz kaldıkları zulümden kaçarken, onları takip eden Firavun ve askerleri iyice yaklaşıp, iki topluluk birbirini görecek hale gelince, Hazreti Musa’nın arkadaşları, “Eyvah! Bize yetiştiler!” dediler. (Şuara, 26/61) Seyyidina Hazreti Musa, “Hayır, asla! Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuara, 26/62) cevabını verdi. Hazreti Musa’nın “Rabbim benimledir” derken sadece kendi şahsından bahsetmesi ve “yol gösterecektir” buyururken de Arapça’da geleceği ifade için istimal edilen “sin” ilavesini kullanması iki hususu ima etmektedir: Birincisi, demek ki, İsrailoğulları’nın ekserisinde Allah’a güvensizlik, tevekkülsüzlük ve teslimiyetsizlik hâkimdir. İkincisi ise; Hazreti Musa, Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetinden emindir ama “Allah mutlaka bizimle beraberdir ve şüphesiz şimdi bir yol gösterecektir.” dememiş; beklediği kurtuluş vesilesinin ileriye matuf olduğunu işaret eder gibi bir üslupla konuşmuştur.

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ise, müşrikler tarafından Mekke’den çıkarılıp Sevr Mağarası’na sığındığı esnada, kendisini takip edenlerin gürültülerinin duyulduğu bir anda, Hazreti Ebu Bekir’e “Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir” demiştir. (Tevbe, 9/40) Bu ifadede, ileriye matuf bir kurtuluş recası değil, Allah’ın maiyyetinin hâl-i hâzırdaki mevcudiyetine olan inanç; tefviz ve sika ufku söz konusudur.

Ufuk itibarıyla, Rehber-i Ekmel’in bu sözünün Hazreti Musa’nın sözüne çok ciddi bir rüçhaniyeti vardır. Zira, Seyyidina Hazreti Musa’nın yoldakiler adına söylediği sözü, Allah Rasûlü müntehilere verilmiş bir nimet mahiyetinde seslendirmektedir.

Yine, Hazreti Musa, Firavun’un karşısına çıkacağı zaman “Ya Rabbî, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Ta ki anlasınlar sözümü!” (Tâhâ, 20/25-28) demiştir. Bu dilek, onun talep mevkiinde bulunduğunu ve o kapıya yoldaki bir insan edasıyla teveccüh ettiğini göstermektedir. Ne ki, Hazreti Musa’da bir istek halinde ortaya çıkan bu husus, Peygamber Efendimiz’e Allah’ın bir lütfu olarak, “Biz senin kalbine inşirah vermedik mi?” (İnşirah, 94/1) âyetiyle mevhibe ve minnet ufkunda tecelli etmiştir. Diğer bir ifadeyle, Hazreti Musa’nın (aleyhisselam) Rabbinden istediği inşirah-ı sadr, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e bir nimet olarak verilmiş ve böylece O’nun şükran duyguları coşturulmuştur.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Bunlar bize hangi ufku paylaştığımızı ya da paylaşmamız gerektiğini göstermektedir. Evet, her devrin bir anlayışı ve her döneme düşen peygamberin kendine has bir ufku olmuştur. Bizim bahtımız da Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’le gülmüştür. Bu açıdan, durumumuzu ve konumumuzu çok iyi değerlendirerek, nerede ve kimin arkasında bulunduğumuzu tam kavramamız ve ona göre davranmamız gerekmektedir. Bu idrak sayesinde, “Bütün insanlığın gönlüne nasıl gireriz, bağrımızı herkese nasıl açarız, sesimizi-soluğumuzu cihana nasıl duyururuz, Muhammedî ruhun varidâtını ve mevhibelerini başkalarının sinelerine nasıl boşaltırız ve nasıl onları da bu yüce hakikatten haberdâr kılarız?” dememiz, bu soruların cevaplarını arayarak, bu istikamette gayret göstermemiz icap etmektedir.

Hâsılı, Muhammedî ruh, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten sürekli Allah’a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka türlü olmaları da düşünülemez. Onlar, oturur kalkar hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır; gayza, nefrete karşı da bitmeyen bir kavga sürdürürler. İşe gönüllerinden başlayarak, her bucakta iyilik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar ve kimi zaman zehir olsa da, herkesi ve her şeyi şeker-şerbet gibi kabul ederler. Karakterlerinin ana çizgileri haline gelen hilm, silm, merhamet ve mülayemet sayesinde, üzerlerine kinle ve nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz orduları sevgi ve şefkatin yenilmeyen gücüyle püskürtürler. Şu kadar var ki, başkalarına saygılı oldukları kadar onurlarına da düşkündürler; müsamaha, şefkat, mülâyemet ve inceliklerinin bir zaaf şeklinde yorumlanmasına asla müsaade etmezler; zira onlar, gerekirse, bir an bile tereddüt yaşamadan, hayatı istihkâr edebilecek bir ruh yüceliğine sahiptirler.

 

Bu safya hakkında bir öneriniz veya şikayetiniz mi var?
 
Bugün 31 ziyaretçi (37 klik) misafirimiz bizimleydi!

لا اله الا الله محمد رسول الله
www.yasamed.tr.gg
Free Website Counter
Kere Tıklandı

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol