Tohum ve söz
|
İlmin başı güzel dinlemedir. Sonra anlama, sonra hıfzetme, sonra onunla amel etme ve sonra da onu yayma gelir. Hikmetli söz söyleyenlerden bir zat şu darb-ı meseli aktarır bize: Tohum eken, tohumunu getirir ve ondan bir avuç alıp saçar. O tohumun bir kısmı yol üstüne düşer, onu hemen kuşlar kapışırlar. Bir kısmı, üzerinde çok az toprak bulunan bir kayanın üstüne denk gelir. Birazcık nemlenir, kök salar. Kökler sert kayaya varıp geçecek yer bulamayınca kuruyuverir. Bir kısmı, güzel fakat dikenli bir toprağa düşer bitip boy verince dikenler etrafını sarar ve boğarlar, işe yaramaz hale gelir. Bir kısmı da ne yol, ne kaya, ne de dikenli olan bir toprağa isabet eder. Boy atar ve yararlı hale gelir. Bu misâlde tohum eken, hikmetli söz söyleyene; tohum, hikmetli, doğru söze; yola düşen tohum, dinlemek istemediği halde dinleyen ve neticede de şeytanın kalbine attığı düşüncelerle dinlediğini unutana; kayalığa düşen tohum güzelce dinleyen fakat onu uygulayacak gayreti taşımayan bir kalbe havale eden ve anladığını ifsad edene, dikenli toprağa düşen tohum, söze kulak verip onu uygulamaya niyetli, fakat kötü duygu ve isteklerin itirazı karşısında boğulan ve dinlediklerini ifşa edip niyetlendiği şeyi yerine getirmeyene; ne yola ne kayalığa ne de dikenli toprağa düşmeyip, güzel bir toprağa düşen tohum ise, sözü dinleyip onu uygulamaya niyet eden, anlayan, yeri gelince uygulamak için sabırlı olup, kötü duygulardan uzaklaşan adama benzetilmiştir.
Ailem Dergisi Sayı: 213
Kötü huy diken gibidir
Mevlânâ hazretleri, Mesnevi�de kötü huyun insanın nefsine ve çevresine nasıl bir eziyet yaptığı hakkında şöyle bir hikaye anlatır: Huysuz adamın biri bir gün herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çalılar diker. Yoldan geçenler her ne kadar �Bunları buradan sök at� dese de o bunların hiçbirine kulak asmaz. Yine kendi bildiğini okur. O dikenli çalılar büyür yoldan geçen halkın ayağına takılır, onlara eziyet eder. O yoldan geçenler perişan olur. Bu durum valiye kadar intikal edince vali onu yanına çağırır. Dikenleri sökmesi için emreder. O da sökerim diye söz verir; ama bugün yarın diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne de sökmeye teşebbüs eder. Bir gün vali onu yanına çağırır; �Verdiği sözde durmayan adam, emrimi uygula!� diye sıkı sıkı tembihler. Ağır ikazlarda bulunur. Çalıları diken huysuz adam da şöyle der: �Önümde hayli günler var. Merak etme nasıl olsa günün birinde sökerim.� Vali ise çabuk olmasını söyler ve onu uyarmaya devam eder. Ama adam sözden anlamaz. Dikenler de kök salıp büyümeye devam eder. Mevlânâ, hikayenin bu kısmında bir işi yarına ertelerken zamanın su gibi akıp gittiğini söylüyor ve; �Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler geçip gittikçe o dikenler daha da kuvvetleniyor. Onu sökecek olan da ihtiyarlıyor, kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı. Kaç kere oldu seni kötü huyun yaraladı. Sen kendi tabiatından hastalandın da duygusuzluğun yüzünden habersizsin. Çirkin huyunun da başkalarını rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gül fidanı haline getir. Gül fidanı ile onu aşıla. Böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsin. Eğer sen de şerri gidermek istiyorsan, ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök.�
Mevlânâ, burada nefsinin kötü arzularına düşmeyi dert edinmeye dikkat çekiyor ve diyor ki:
�Nefsinin ateşi söndüren sonra, gönül bahçesine dikersen biter. Laleler, ak güller, güzel kokulu çiçekler yetişir. Sözün kısası; işini yarına bırakma. Çabuk tövbe et de istiğfarı yarına bırakma. Yıl geçti ekin vakti geldiğinde sende yüz karalığından başka bir şey kalmaz.
Beden ağacının köküne kurt düştü.
Onu söküp ateşe atmak, kulluk yaparak iyi işlerle onu öldürmek gerek.�
Ailem Dergisi Sayı: 235
Aileler kriz anlarında ne yapmalı?
SERDAR GÜLER
Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte, seyirciler arasında hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş.
Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: �Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!� Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.
Seyirciler bağırıyorlarmış: �Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!..� Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa, büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa, ona yaklaşmış ve sormuş, �Bu işi nasıl başardın?� diye.
O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış!
Hikayenin özeti şu: Gerçek mutluluk ve başarı için, evlilerden birinin sağır olması gerekir. Yani eşlerden birinin bazı şeyleri duymaması, diğer bazılarını da görmemesi gerekir. Eşlerden her birisi, her söze takılır, her hareketten rahatsızlığını açığa vurur ve olumsuz değerlendirirse çatışma kaçınılmaz olur. Eşlerin, birbirlerinde sürekli olumlu yönleri görmeleri ve dikkat nazarlarını olumlu yönlerin üzerine çekmeleri gerek. İnsanın fıtratında, olumsuzlukları büyütme ve iyilikleri unutma gibi hiç de hoş olmayan bir yön vardır. Tam tersi olursa bütün sorunlar bir bir tükenir. Bir evde yaşayan iki insandan birinin kadife ya da pamuk olması gerekir. İki fıtrat da kırılmaya hazır kıymetli kristal bardaklar gibi olursa, ilk ve küçük çarpışmalarda bile kırılmaları muhtemeldir. Ama eşlerden biri pamuk olursa ve bu durum bazı haftalarda, ay veya günlerde birbirlerine devredilirse, şiddetli çarpışmalar bile durdurulabilir. Böyle olunca da çarpışmalar yerine zamanla muhabbet ve kaynaşmalar artar.
Muhtemel kırılmalar da en az zararla atlatılır. Boş kristaller kırılmadıkları gibi bardakların içleri de zamanla, bu anlamda sevgiyle dolmaya başlar. Bundan sonra bakış açısı, hep olumlu yönleri görmek olunca, bardakların sürekli dolu tarafı görülmeye başlanmış olur. Her aile mukaddes bir şirket gibidir ve bu amaçla kurulmalıdır. Şirketler, maddi krizlerle karşılaşınca iflas etmemek için bazı çareler ararlar. Akıllı ve ileriyi gören şirket yetkilileri, böyle bir duruma düşmemek için, işi baştan sıkı tutarlar. Onun için her gün bir kriz çıkacakmış gibi davranarak bir köşeye yatırım amaçlı bir şeyler atarlar. Her ortamda değer kaybetmeyecek bazı hayatî yatırımlar yaparlar. İşte aynen aile şirketinin iştirakçileri de öyle yapmalıdır.
Aile sağlam manevi temeller üzerine oturmalıdır. Maddi temeller üzerine atılan temellerin, çürük olduğu ve eninde sonunda yokluğa mahkum olacağı bilinmelidir. Ama bu arada, her aile, hayat devam ederken, karşılaşacakları muhtemel kriz anlarında can havlleriyle yanlış şeyler yapmamak için, işi baştan sıkı tutup, kıyıya�köşeye bir şeyler atmalıdırlar. Manevi değerler üzerine kurulan ailelerin birlikteliği, öte dünya buudlu olduğu için, bu dünyada maddi ve manevi bütün engellemelere ve sıkıntılara rağmen, İlahi bir nefesle, çoklarınca anlaşılmadık bir şekilde, gittikçe gelişerek bir cennet ağacı gibi büyür. Bunun, bugün toplumumuzda binlerce örneği vardır. Birçok insan fakirdir; ama yürekleri zengindir. Fakir ama başkasını düşünen, îsar (din kardeşini kendine tercih etme) hasletini yaşatan yani başkası için yaşamayı hayatlarının esası haline getiren bu aileler şu anda her yerde örnek gösterilmektedir. Bu anlamda zengin olup da gerçek saadeti yakalayamamış pek çok ailenin varlığından da haberdarız ki, bunlar, birbirlerini aldatmakta ve ortaklık (maddi birliktelik) bittikten sonra ayrılmaktadırlar.
Ailem Dergisi Sayı: 223
Ölüme terk edilen kedi
Ali Demirel
Çok eski zamanlarda yaşayan bir kadın vardı. Bu kadın adeta temizlik hastasıydı. Sabah olunca ev temizliğine başlıyor, akşama kadar temizliğe devam ediyordu. Evin herhangi bir yerinde bir toz görsün çileden çıkıyor ve sinir krizleri geçiriyordu. Bu gereksiz aşırı titizlik onun sinirlerini tahrip etmişti, etrafında adeta terör havası estiriyordu.
Annelerinin bu durumundan çocukları da iyice bıkmıştı. Çünkü evde istedikleri gibi oynayamıyorlardı. Bu yüzden kim bilir kaç defa annelerinden dayak yemişlerdi. Onlar için evin bir hapishaneden farkı yoktu.
Annelerinin olmadığı bir gün çocuklar sokaktan çok şirin bir kedi yavrusu getirdiler. Yavru kedi dışarıda üşümüştü ve karnı da açtı. Annelerinin hayvanlara karşı sert bir tutumu vardı. Çocuklar daha önce evde bir kedi beslemek istediklerini söylemişti. Ama o, buna şiddetle karşı çıkmıştı.
Aralarında düşünüp karar verdiler. Kediyi eve alacaklardı ve onunla biraz ilgilendikten sonra anneleri görmeden dışarı çıkaracaklardı.
Kediyi evlerine aldılar ve karnını doyurdular. Karnı doyan kedi çocuklarla oynamaya başlamıştı. Bu halde kediyle oynarken saatin çabucak geçtiğinin farkına varamamışlardı. Bu sırada evin her tarafı da dağılmıştı.
Annelerinin gelme saatinin yaklaştığını fark eden büyük kardeş, diğer kardeşlerine kediyi hemen evden çıkarmaları gerektiğini söyledi. Çünkü anneleri evin bu halini görmemeliydi. O gelmeden derhal evi temizlemeleri gerekiyordu.
Tam bu sırada kapı açıldı ve içeriye anneleri girdi. İçerinin dağınıklığını gören kadın öfkeden çılgına dönmüştü. Bir yandan bağırıp çağırıyor, öte yandan eline geçirdiği şeyleri çocuklarına fırlatıyordu. O esnada gözü yavru kediye ilişmişti.
- Demek bir de benden habersiz eve kedi almışsınız. Bak şimdi ben size ne yapacağım. Hemen odanıza çıkın. Size süresiz evden dışarı çıkma yasağı koyuyorum, dedi. Kediyi de eliyle alıp depoya fırlatıverdi. Zavallı kedi çok korkmuştu. Kadın, deponun kapısını kilitledi ve bağırarak şöyle dedi:
- Bu kediyi buraya kilitliyorum. Anahtarı da bende. Size bir ceza olsun, kedi burada aç susuz kalacak ve ölecek. Hele biriniz onu buradan çıkarmaya çalışsın, bakın o zaman görün bu evde neler olacak!
Bu sözleri duyan çocuklar çok korkmuştu. Odalarından dışarı çıkamıyorlardı. Zavallı kedi ise miyavlayıp duruyordu. Kedininin bu acı acı miyavlamaları taş kalbli kadının kalbini yumuşatmıyordu.
- Oh olsun sana. Ölene kadar seni oradan çıkarmayacağım, diyordu.
Aradan günler geçti ve kedinin miyavlaması durdu. Kedi ölmüştü ve depodaki koku evin içine yayılıyordu. Kadın kediyi depodan çıkarıp dışarıdaki çöp kutusuna atıverdi.
Kadının, kediyi bu şekilde ölüme terk etmesi yaratmış olduğu mahlukata karşı son derece şefkatli olan Cenab-ı Hakk�ı celallendirmişti. Kadının yapmış olduğu bu kötü davranışın elbette bir cezası olacaktı. Allah, onun cezasını Cehennem olarak takdir etti. Kadın bu suçunun cezasını Cehennem�de ödeyecekti.
(Buhari, 2236, 3140; Müslim, 904, 2242)
Hikayeden çıkarılacak dersler:
1. Bir mümin, insanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametli olmalı. Peygamber Efendimiz�in hayatına baktığımızda O�nun hayvanlara karşı da çok merhametli olduğunu görüyoruz. Mesela bir muhârebeden dönülürken, dinlenme vaktinde, sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. Tam o sırada anne kuş gelmiş ve yavrularını onların elinde görünce, orada çırpınıp uçuşmaya başlamıştı. Allah Resûlü bu duruma muttalî olunca fevkalâde celallendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu. Mümin, sevgi ve merhamet insanıdır. O bu sevgi ve merhametini hiçbir varlıktan esirgemez. Çünkü şunu çok iyi bilir ki, �Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.�
2. Bir anne evin tertip ve düzeni bozuluyor diye çocuklarını oyun oynamaktan mahrum etmemelidir. Evin belli bir kısmını oyun yeri olarak ayırmalı ve çocuklarını kısıtlamamalıdır.
Ailem Dergisi Sayı: 204
Havuç muyuz, yumurta mı, yoksa kahve mi?
Ali Budak
Bir baba ile kızı dertleşiyormuş. Kız babasına, çok sıkıntı çektiğinden, sorunlarla baş edemediğinden bahsetmiş. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve �Gel, sana bir şey göstereceğim!� diye kızını mutfağa götürmüş. Ünlü bir aşçı olan baba, ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçünün de altını aynı miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Sonra masaya 2 tane tabak bir tane de boş bardak koymuş. İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Sonra pişmiş yumurtayı diğer tabağa koymuş. Sonra da suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşalttıktan sonra kızına dönerek, � Kızım ne görüyorsun? Kızı �Havuç, yumurta ve kahve.� Kızını masaya iyice yaklaştıran baba bunlara daha yakından bakmasını istemiş. Kızının şaşkınlığını gören baba, anlatmasına devam etmiş: � Havuç haşlandığı için yumuşak bir hal aldı. Yumurta, artık pişmekten içi katılaşmış sert bir hale geldi. Kahve ise, (bir yudum alarak) harika olmuş. Tadı da çok hoş. Kız, iyice şaşırarak, �Baba, bunu bana niçin gösteriyorsun?� diye sormuş. �Bak� demiş babası, �Hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler. Havuç ilk başta sertti, güçlü idi; ama kaynatılınca yumuşadı, güçsüzleşti, çözüldü. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi; ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu. Fakat ısıtılınca ne oldu; bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları suya yayıldılar. Koku yaydılar, tad yaydılar ve suyu �eşsiz tad�da bir kahveye çevirdiler.� Ve kızına, �Kızım sen hangisisin?� diye sormuş adam. �Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun? Havuç gibi sıkıntılara, problemlere rastgelince çözülüyor musun, benliğini koruyamıyor musun? Yoksa yumurta gibi katılaşıyor, başta kendin olmak üzere kimseye faydan dokunmuyor mu? Yoksa sen kahve misin? Kendini bitirmek uğruna, kendini ateşe atma pahasına diğer insanlara mutluluk veren, huzur veren, ağızlarına lezzet veren bir sevgi kaynağı mısın? Karar ver yavrucuğum ve bence sen bir kahve ol hayatta. Kahve bulunduğu çevreyi değiştirir, mutluluk soluklarını etrafına yayar. Başkalarının yaşaması uğruna kendini feda et ve bundan sonsuz mutluluk duy... Peki dostlar biz hangisiyiz acaba?
Ailem Dergisi Sayı: 223
"Tesadüf" ve kelebek
Ali Budak
Her eser güzellik ve ahenginin lisanıyla sanatkarını ilan eder. Kelebeğin resmini çok başarılı bir şekilde tuvale aktaran ressamı takdir edip, aslındaki sanatı görememek ve serseri �tesadüften� medet ummak insafa sığar mı!
Bir uçak düşünelim ki yakıtını kendisi temin ediyor, her sene kendine benzer binlerce uçak üretiyor, pilotsuz uçuyor, konup kalkmak için ne özel bir havaalanı ne de herhangi bir kuleden izin istiyor; üstelik avucumuza sığacak kadar da küçük. Böyle bir uçağın mühendisi herhalde dünyanın en başarılı bilim adamı olarak tarihe geçer.
Baharın gelmesiyle etrafımızda onlarcası arz-ı endam eden kelebeklerin, yukarıda tarifini verdiğimiz uçaktan her yönüyle daha mükemmel ve kusursuz olduklarını biliyoruz. Üstelik kelebeğimiz canlı!
Her biri en mükemmel radar ve pusula sistemleriyle donatılmış olan kelebekler ve sayısını bilemediğimiz böcekler, kuşlar vs. bize bir büyük yaratıcının varlığını haykır mıyorlar mı?
Ailem Dergisi Sayı: 176
Çatlak kova
Ali Budak
Hindistan�da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan efendinin evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabiliyormuş.
Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde efendisinin evine sadece 1,5 kova su götürebiliyormuş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getirebiliyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş: �Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.� �Neden?� diye sormuş sucu. �Niçin utanç duyuyorsun ki?� Kova cevap vermiş. �Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim bu kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun.� Sucu şöyle demiş kovaya: �Efendimin evine dönerken yolun kenarındaki çiçeklere dikkat etmeni istiyorum.� Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanında renk renk gülleri ve çeşitli çiçekleri görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için yine kendini kötü hissetmiş ve sucudan tekrar özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş: �Yolun sadece senin tarafında güller ve çiçekler olduğunu ve diğer tarafta hiç çiçek olmadığını fark etmedin mi? Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla efendimin sofrasını süsleyebiliyorum. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı.� Hepimizin kendimize has kusurları vardır. Bizler aslında bir yönüyle çatlak kovalarız. Allah�ın büyük kainatında hiçbir şey zayi edilmez. Kusurlarımızdan korkmayalım. Onları sahiplenelim... Kusurlarımızda gerçek gücümüzü bulduğumuzu bilirsek eğer, biz de güzelliklere vesile olabiliriz. Zira, kusurlarımız olmasaydı tövbe etmemizin bir manası olmazdı.
Ailem Dergisi Sayı: 223
Bedduayla meşgul olmayın
Ai Budak
Efendimiz (sas) Rabb�imizin kendisine şöyle buyurduğunu belirtiyor: �Muhakkak ki kendisinden başka ilah olmayan Allah benim. Ben bütün varlık aleminin tek sahibi ve bütün sultanların sultanıyım. Sizin idarecilerinizin kalpleri benim elimdedir. Kullarım bana itaat ederlerse ben yöneticilerinin kalplerini onlara karşı sevgi ve şefkatle doldururum. Yok eğer bana isyan ederlerse yöneticilerinin kalplerini onlara karşı düşmanlık ve intikam hisleriyle doldururum; onlar da kendilerine azabın her türlüsünü tattırırlar. Öyleyse ey kullarım! Vaktinizi sizi yönetenlere beddua ederek geçirmeyin. Onun yerine daima beni zikrederek bana tazarru ve niyazda bulunun ki o zalim yöneticilerinize karşı ben size yeteyim.� (Hilyetü�l Evliya)
Ailem Dergisi Sayı: 176
Köpeğe su vermesi affına vesile oldu
Ali Demirel
İyilik yapmanın ve merhametli olmanın önemini anlatan bu hadis-i şerifte Efendimiz (sas) geçmiş zamanda olmuş bir vakayı anlatır ve ders çıkarmamızı ister.
Eski zamanların birinde bir adam vardı. Adamın eşi çok rahatsızlanmıştı. Bir an önce köye bir doktor getirmesi gerekiyordu. Köy ile kasabanın arası epey uzaktı. Yürüyerek bir günden fazla sürüyordu. Her şeyini hazırladı ve eşine,
- Biraz daha dayan. Doktoru getirmeye gidiyorum. İnşallah şifa bulacaksın, diyerek yola koyuldu. Mevsim yazdı ve çok kavurucu bir sıcak vardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Her şeye rağmen doktoru getirmesi gerekiyordu. Vakit öğle olmuştu. Yaklaşık beş saattir yürüyordu. Çok susadığını hissetti. Elini sırtındaki çantaya attı. Su matarasını aradı; ama bulamadı. Sonradan aklına geldi. Meğerse su matarasını aceleyle çıkarkan masanın üstünde unutmuştu.
Şimdi ne yapmalıydı? Şayet yola devam etse, daha çok yol vardı ve aşırı derecede susamıştı. Geri dönse bu kadar yolu boşuna gelmiş olacaktı. Bir de eşi acilen doktor bekliyordu.
- Allah�ım, Sen bana yardım et. Bana dayanma gücü ver, diyerek yola devam etmeye karar verdi. Bir yandan yürüyor, bir yandan da su arıyordu. Güneş, sıcaklığını iyice artırmıştı. Bu sırada ileride bir grup kuşun bir nokta üzerinde uçmakta olduğunu gördü. Çok sevindi. Çünkü büyük bir ihtimalle orada su olmalıydı.
Adımlarını hızlandırdı. O yere geldiğinde hakikaten de bir kuyu olduğunu gördü.
- Şükürler olsun Ya Rabbi, hiçbir kulunu susuzlukla imtihan etme, diye sevinçle dua etti. Su, güneşin de etkisiyle azalmıştı ve kuyunun dibindeydi. Kuyunun iç duvarlarına tutuna tutuna dibine indi. Oradaki sudan kana kana içti. Artık susuzluğu gitmişti. Hemen yola koyulmalı ve kasabaya varmalıydı. Kuyudan çıktı ve o sırada kuyunun etrafında susuzluktan dili dışarıya çıkmış ve kuyunun etrafındaki nemli toprakları yalayan bir köpek gördü.
Köpek, adamın gözlerinin içine bakıyor, adeta ondan kendisine su vermesini istiyordu. Adam, bu tablo karşısında dayanamadı. Tekrar kuyunun içine girdi. Kuyunun içine girmesine girmişti; ama köpeğe ne ile su verecekti. Aklına ayakkabısını çıkarmak geldi. Ayakkabısını çıkarıp suya daldırarak onu bir kap olarak kullandı. Şimdi de başka bir problem ortaya çıkmıştı. Kuyunun ipi olmadığı için elleri ve ayaklarına dayanarak kuyuya inip çıkıyordu. Ayakkabısını eliyle tutamayacağına göre �ne yapmalıyım� diye düşündü. Aklına ayakkabısını ağzına almak geldi. Bu şekilde ağzında ayakkabısı olduğu halde kuyunun dışına çıktı ve köpeğe su verdi. Çok zor olmuştu suyu çıkarmak ama olsun, değerdi.
Suyu içen köpek, doymamıştı. Çünkü ayakkabının içinde fazla su kalmamıştı. Ne kadar dikkat etse de suyun bir kısmı dökülmüştü. Aynı sıkıntılara tekrar katlanarak bir daha kuyuya indi ve köpeğe tekrar su verdi. Bu şekilde köpek tam doyana kadar birkaç defa daha kuyuya inip çıktı. Köpek doyduktan sonra da adam yoluna devam etti.
Adamın bu tavrı Cenab-ı Hakk�ın çok hoşuna gitmişti. Onun bu hareketinden dolayı günahlarını bağışladı ve öldüğünde onu cennetiyle mükafatlandırdı. (Buhari, 2334, 5663; Müslim, 2244; Ebu Davud, 2550)
HİKÂYEDEN ÇIKARILACAK BAZI DERSLER
1. İyilik yapmak ve merhametli olmak bir insanda olması lazım gelen vasıflardandır. İnsan, bu güzel vasıflarını sadece kendi hemcinslerine değil bütün mahlukata göstermelidir. Efendimiz, merhamet etmeyen kimseye merhamet edilmeyeceğini söylemektedir.
2. İyilik yapmak her zaman kolay olmayabilir. Bazen insanın önüne engeller çıkabilir. Ancak insan, bu engelleri aşmasını bilmeli ve devamlı surette iyilik peşinde koşmalıdır.
3. Hiçbir ameli küçümsememeli, hem insanlara hem de diğer canlılara faydalı olmaya gayret etmeliyiz. Bilemiyoruz belki de küçük gibi gördüğümüz bir amelimiz ötede bizim kurtuluşumuza vesile olacaktır.
Ailem Dergisi Sayı: 221
Gönlünü sakın, Müslümanlara kıskançlık, kin ve nefret yatağı olmaktan...
Göz, dil, gönül ve heva... Bu dört şeyden sakın! Gözlerini sakın, Allah�ın razı olmadığı şeylere bakmaktan... Dilini sakın, gönlünde tam zıddını Allah�ın bildiği bir şeyi söylemekten... Gönlünü sakın, Müslümanlara kıskançlık, kin ve nefret yatağı olmaktan... Heva ve hevesini sakın, bir uygunsuz yeltenişe düşmekten... Eğer bu vergiler sende yoksa, toprak saç başına ki, saadet senden uçup gitmiştir (Abdullah, Huybekoğlu)
Abbas (Ahmedüşşair Ezdioğlu) son dakikalarında, kendisini nasıl bulduğunu soran bir dervişe şöyle dedi:
- Tereddüt içindeyim... Ne istediğimi, ne istemem gerektiğini bilmiyorum. Eğer gitmek istesem, dâvaya ve küstahlığa düşmek korkusu var... Kalmak istesem, dilekte kusur göstermek ve O�ndan kaçmış olmak korkusu... Bekliyorum; O�nun ne dileyeceğini, ne yapacağını bekliyorum.
Bu sözün peşinden arkasına bakan derviş, başını tekrar çevirdiği zaman gördü ki, Abbas ruhunu teslim etmiş; müsterih ve mütebessim yatıyordu.
Ailem Dergisi Sayı: 209
Bir küp altın; iki güzel insan
Ali Demirel
Geçmiş zamanın birinde bir adam, bir çiftlik evi yapmaya karar verdi. Bunun için güzel bir yer aradı ve aradığı yeri sonunda buldu. Araziyi sahibinden satın aldı. Hemen işe koyuldu. Önce kendine güzel bir ev, daha sonra hayvanları için bir barınak yaptı. Geri kalan arazi üzerine ise meyve ağaçları dikmeye başladı.
Bir gün arazide çalışırken kazmasının ucuna sert bir cisim takıldı. İçinden, �sert bir kaya parçası olmalı� diye düşündü. Ancak biraz daha kazdığında bir de ne görsün! Bir küp altın. Küpü bulunduğu yerden dikkatlice çıkardı. İçinden şunu geçirdi:
- Ben bu araziyi satın aldım; ama içindekileri satın almadım. Bu altınlar arazinin benden önceki sahibinin olmalı. En iyisi ben bu küpü ona teslim edeyim.
Adam hemen araziyi aldığı adamın yanına gittti ve durumu anlattı. Bu altın küpünü adama teslim etti. Adamı dikkatlice dinleyen arazinin eski sahibi şöyle dedi:
- Kardeşim, ben bu araziyi sana içindekileriyle beraber sattım. Bu altın küpü benim değil, senin. Çünkü arazi şu anda sana ait.
Karşı taraftaki adam ise altınları kendisinin alamayacağını söylüyordu. Aralarındaki bu anlaşmazlık uzayınca hakime gitmeye karar verdiler.
Mahkemeye vardıklarında durumu hakime arz ettiler. Hakim öncelikle toplumda böylesi insanların yaşadığı için Rabbine şükretti ve ardından her iki adama da bekâr çocuklarının olup olmadığını sordu. Adamlar şaşırmıştı. Konunun bekâr çocuklarla ne ilgisi olabilirdi ki?
Araziyi satın alan adam,
- Benim bir oğlum var, dedi.
Diğer adam ise,
- Benim de bir kızım var hakim bey dedi. Bunun üzerine hakim sözlerine şöyle devam etti:
- Efendiler! Sizin hakkınızda verdiğim hüküm şu: Çocuklarınızı birbiriyle evlendirin. Bu altınların bir kısmını da onlara düğün masrafları ve düğün hediyesi olarak harcayın. Bir kısmını kendi ihtiyaçlarınız için, geri kalan kısmını da Allah yolunda hizmette kullanın.
Her iki taraf da haklarında böyle bir kararın verileceğini akıllarının ucundan geçirmiyorlardı. Ancak bu karardan iki taraf da oldukça memnun kaldı. Çünkü bu sayede hem aralarındaki ihtilaf çözülmüş hem de akraba olmuşlardı. (Buhari, 3285; Müslim, 1721)
Hikâyeden çıkarılacak bazı dersler
1. İnsan, kul hakkı mevzuunda olabildiğine hassas olmalı. Meşru olmayan her türlü kazanç ancak hasâret getirir. Vücudunun her zerresi haramdan müteşekkil insanların meydana getirdiği toplum hiçbir zaman Cenab-ı Hakk�ın rahmetine liyakat kazanamaz. Bir toplum, kendini değiştirmedikçe de Cenab-ı Hakk onları değiştirmez. Durup dururken aziz bir cemaatı Allah zelil etmez, zelil ettiğini de aziz hale getirmez.
Allah Rasûlü, üzerinde kul hakkıyla musalla taşına yatırılmış bir insanın namazını kılmamıştır. Zira kul hakkıyla giden kendisine rahmetle dua edilme liyakatından mahrumdur. Kul hakkı hangi yol ve ne suretle geçerse geçsin insanın helakine sabep olur. Ahirete kul hakkıyla gidenlerin durumu çok zordur.
İslam, kul hakkına büyük önem vermiştir. Herkesin hesap endişesiyle titrediği kıyamet gününde, hiçbir suale tabi tutulmadan cennete girecek olan şehidin bile hesap vereceği tek husus, �kul hakkı�dır. Onun için her mü�min, üzerinde başkasına ait bir hak varken ölmekten şiddetle kaçınır. Böyle bir inanç, insana kendi kazancına başkalarını ortak etme hasletini de kazandırır. Zira içinde bir başkasının alın teri bulunmayan, hiçbir kazanç yok gibidir. İçinde bir başkasının hakkı olmayan kazanç, beraberinde vicdan huzurunu da getirir. Vicdanen huzurlu bir insan ise, çalışırken daha bir aşk ve şevkle çalışır.
2. İnsanlar bir konuda anlaşmazlığa vardıklarını kendi aralarını bulacak bir hakime gidebilirler. Hakim, her iki tarafı da dinlemeli ve her zaman haklının hakkını hak ettiği ölçüde vermelidir.
Ailem Dergisi Sayı: 246
Bu safya hakkında bir öneriniz veya şikayetiniz mi var?